İstanbul Şişli’de, sabah işe gitmekte olan 34 yaşındaki Bahar Aksu, eski eşi ve iki adam tarafından kaçırılmak istendi. Direndi, direnince silahla vuruldu ve hayatını kaybetti.

Biz bu cinayeti her zamanki gibi şöyle adlandırdık; "Kadın Cinayeti."

Bu ülkede artık her yeni güne, bir cinayet türüyle başlıyoruz:

Gasp cinayeti, alacak verecek cinayeti, mafya cinayeti, aile içi cinayet, uyuşturucu cinayeti, çete infazı, sokak kavgası cinayeti...

Ama bir tanesi var ki diğerlerinin hiçbirine benzemiyor; kadın cinayeti.

Adı bile başlı başına bir çarpıklığın itirafı. Çünkü “kadın” olmak bu ülkede bir cinayet sebebi haline getirildi.

Şimdi şunu hayal etmeyi deneyin;

Her gün bir erkek, eşi tarafından vuruluyor.

Her gün bir baba, kızının kıskançlık krizi sonucu bıçaklanıyor.

Her hafta bir erkek, eşinden şiddet görüp mahkeme kapılarında uzaklaştırma kararı aldırmaya çalışıyor.

Hayal edemiyoruz değil mi? Çünkü böyle bir düzen yok. Olmadı da.

Çünkü cinayetle yüzleşen tek taraf kadınlar.

Sistematik, Öngörülebilir, Umursanmayan

Kadın cinayetleri öyle bir hale geldi ki, artık

“faili meçhul” bile değil. Fail belli, motivasyon belli, kurban belli, süreç belli. Önce tehdit, sonra dayak, ardından mahkemeye başvuru, uzaklaştırma kararı, sonuçsuzluk, yeniden tehdit ve... ölüm.

Bu bir cinnet değil, bu bir kaza değil.

Bu bir sistematik infaz biçimi.

İstanbul Sözleşmesi; Çıkış Değil, Kaçıştır

Bu ülkede bir dönem vardı; kadınlar az da olsa nefes almaya başlamıştı.

İstanbul Sözleşmesi yürürlükteydi. Koruma kararları daha hızlı alınıyordu. Yargı daha çekingen davranıyordu.

Sonra bir sabah, bir grup kifayetsiz “kadının korunmasından rahatsız olan

erkek” ve onların arkasına saklandığı dini-milli söylemlerle “aile yapısı” diyerek sözleşmeden çıktık.

Bugün kadınlar, sokak ortasında öldürülüyor. Faili belli, bahanesi hazır: “Seviyordum, kıskandım, affetmedi...”

Ama biz o sözleşmeden hâlâ çıkmanın gururunu taşıyanları ekranda izlemeye devam ediyoruz.

Dünya Sıralamasında Türkiye

Türkiye, kadın cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ilk 10’da.

Her yıl yaklaşık 400 kadın, çoğu zaman en yakını tarafından öldürülüyor.

Sadece 2023’te, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na göre 409 kadın öldürüldü.

Aynı yıl içinde 207 kadın da şüpheli şekilde ölü bulundu.

Yani bu ülkede bir kadın, herhangi bir zamanda, sadece kadın olduğu için hayatını kaybedebilir.

İstanbul Sözleşmesi Ne Sağlıyordu?

2011 yılında İstanbul’da imzalanan ve Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi, kadınları yalnızca şiddete karşı değil; ayrımcılığa, ekonomik bağımlılığa ve cinsiyet temelli eşitsizliklere karşı da koruyordu. Öne çıkan bazı maddeler;

Şiddet gerçekleşmeden önlemeyi hedefliyordu. Kadına yönelik tehdidi erken aşamada fark edip, faile yaptırım öngörüyordu.

Devlete yükümlülük veriyordu. Yani şiddet gören kadını korumak artık devletin sorumluluğuydu.

Kadının beyanını esas alıyordu. "Önce delil getir" yerine, "önce koruyalım" ilkesini getiriyordu.

Psikolojik, ekonomik, dijital şiddeti de tanıyordu.

Toplumsal cinsiyet eşitliğini eğitim politikalarına entegre ediyordu.

Bu maddeler sadece hukuki bir metin değil, yaşama tutunmanın somut şartlarıydı.

Peki Avrupa’da Kadın Koruma Sistemleri Nasıl İşliyor?

İspanya: Kadınlara yönelik şiddet, terör suçu statüsüne alınmış durumda. Fail kamu görevindeyse ceza katlanıyor. Kadına özel yargı birimleri var.

Fransa: Kadına şiddet uygulayan erkek, henüz yargılanmadan önce bile, elektronik kelepçeyle izleniyor.

Almanya: Kadın sığınma evlerine erişim ücretsiz ve doğrudan. Devletin sosyal destek hattı 7/24 açık.

İsveç: Cinsel şiddetle ilgili davalarda kadının rızası kanıt gerektirmiyor; karşı tarafın rızayı ispatlaması gerekiyor.

Bu sistemler mükemmel değil ama yaşatıyor. Kadınlar sabah işe gitmek için çıkarken dönüp geriye bakmak zorunda kalmıyor.

Türkiye’de Acilen Ne Yapılmalı?

İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmeli.

Kadına şiddet özel birimlerce takip edilmeli.

Elektronik kelepçe uygulamaları yaygınlaştırılmalı.

Kadın cinayetleri hakkında ayrı bir yargı mekanizması kurulmalı.

Eğitim müfredatına toplumsal cinsiyet eşitliği yeniden entegre edilmeli.

Çünkü bu artık bir tercih değil, bir yaşam hakkı meselesidir.

Bu Katliamlar Politiktir

Bu katliamın partisi yok ama politik tir ve en büyük sorumlu iktidardır. Ama iktidar ya da muhalefet, sağcı ya da solcu olmak fark etmiyor.

Kadın, tüm politik kutupların en zayıf, en korunaksız halkası olarak ortada kalıyor.

Daima bir söz veriliyor; “Kadına şiddetle mücadele edeceğiz.”

Ama her dönem kadınlar öldürülmeye devam ediyor.

Üstelik artık daha kolay, daha sessiz, daha sıradan.

Adına Ne Diyeceğiz?

Kadın cinayeti mi? Aile içi şiddet mi? Nâmus mu, cinnet mi?

Hayır.

Bu bir toplumsal meşrulaştırma suçudur.

Bu bir ihmalin cinayete dönüşmesidir.

Eğer bir devlet, her gün bir cinsiyetin mensupları sistematik şekilde öldürülüyorsa buna karşı hâlâ "önlem" kelimesini kullanıyorsa, suçun ortağıdır.

Kadın cinayetleri münferit değil.

Cinayetlerin işleniş biçimi kadar, onları seyreden sessizlik de organize.

Bu yazıyı kaleme alan biri olarak kendimi de eleştiri dairesinin içine koyuyorum.

Biz sustukça, yazmadıkça, önünü kesmedikçe...

Yeni Bahar Aksular, sokakta işe gitmeye çalışırken vurulacak.

Ve biz yine “kadın cinayeti” başlığı atacağız.

Oysa bu sadece bir kadın cinayeti değil.

Bu, devletin eksik bıraktığı adaletin, toplumun körleşmiş vicdanının ve medyanın kifayetsizliğinin cinayetidir.