Bugün herkes ailesinin neden köyden kente geldiğini anlatır.
Ama çok az kişi gerçekten neden gitmek zorunda kaldığını sorar.
Şehir cazipti, iş vardı, fabrikalar çalışıyordu..
Devlet medeniyet getirdi.
Bu hikâye bir zamanlar doğruydu, ama o zamanlar çok geride kaldı.

60’lı yıllarda yaşanan büyük göç dalgası gerçekten bir çağrıydı. Yeni kurulan cumhuriyetimizin alın teri, üstün fedakârlıkları ile var edilen fabrikaları mı sayesinde şehir üretim merkeziydi. Devlet eliyle kurulan fabrikalar vardı; dokuma, şeker, çimento, demir-çelik… İnsanlar emeklerinin karşılığını alabileceklerine inanıyordu ve alıyordu. Köyden kente gidiş, toprağı terk etmekten çok üretime katılmak anlamına geliyordu.
Sonra o fabrikalar birer birer hikâyeden silindi.
Kimi “verimsiz”, kimi “yük” denilerek kapatıldı, satıldı veya sessizce özelleştirildi.
Şehir, artık üretim vaadi sunmuyordu.
Ama köy de bırakılmıştı.
Bugün konuştuğumuz göç, işte bu yüzden bir çekim değil, bir itmedir.

80’lerden itibaren uygulanan ekonomik akıl, kırsalı adım adım yaşanmaz hâle getirdi. Tarım destekleri geri çekildi. Girdi maliyetleri dünya piyasalarına bağlandı. Küçük üretici ayakta kalamaz oldu.
Ortada romantik bir şehir hayranlığı değil, hem köyden hem fabrikadan koparılmış milyonlar vardı.
Buna rağmen bu kopuş bize ilerleme diye anlatıldı.
“Kurtarıldınız” denildi.
“Geri mi dönmek istiyorsunuz?” diye soruldu.
Oysa ortada geri dönme arzusu değil, yerinden edilme gerçeği vardı.
Mesele, toprağın da emeğin de hayatın merkezinden çıkarılmasıydı.
Bu yeni düzen yaşamı kendi başına değerli görmez. Yaşamak, ancak piyasa içinde anlamlıysa kabul edilir.
Üretim kâr etmiyorsa anlamsızdır.
Fabrika kâr etmiyorsa kapatılır.
Köy kâr etmiyorsa tasfiye edilir.
Buna itiraz edenlere “nostaljik”, “gerici” hatta ısrarla itiraz edene "komünist" denir.
Çünkü bu düzen için tek ölçü vardır;
Getiri.
Ama bu dönüşüm kendiliğinden olmadı.
60’larda kurulan fabrikalar kendiliğinden çökmediler.
Planlı biçimde işlevsizleştirildiler.
Avrupa Birliği’ne uyum süreci denilen şey, yalnızca demokrasi ve hukuk başlıklarından ibaret değildi. Asıl ağır dosyalar tarımda ve sanayide açıldı.
Şeker fabrikaları bunun en somut örneklerinden biridir.
AB’ye uyum gerekçesiyle şeker üretimi kota rejimine bağlandı. “Verimsiz” denilen bu fabrikalar, aslında iç pazarı ayakta tutan kamu tesisleriydi. Kota daraltıldı, pancar ekimi caydırıldı, fabrikalar kapasitesinin altında çalıştırıldı. Sonra da “zaten işlemiyorlar” denilerek satıldılar ya da kapatıldılar.

Kâğıt sanayisi aynı kaderi yaşadı.
SEKA, yıllarca ülkenin kâğıt ihtiyacını karşılayan stratejik bir kamu kuruluşuydu. Ancak AB uyum raporlarında bu alan “devletin piyasadan çekilmesi gereken sektörler” arasında tanımlandı. Kamu üretimi tasfiye edildi, ithalat serbestleştirildi. Kâğıt üreten ülke, kâğıdı dövizle alan ülkeye dönüştü.
Tekstil ve dokuma tesisleri de bu dalgadan kaçamadı.
Gümrük Birliği ile birlikte Türkiye, sanayisini koruyacak araçlardan vazgeçti. Yerli dokuma fabrikaları, AB menşeli ürünlerle korumasız biçimde rekabete zorlandı. Devlet desteği çekildi. “Rekabet edemeyen” kapandı.
Burada mesele teknoloji geri kalmışlığı değildi.
Mesele, koruma duvarlarının bilinçli biçimde indirilmesiydi.
Avrupa kendi çiftçisini sübvansiyonlarla ayakta tutarken, Türkiye’ye “piyasaya müdahale etmeyin” denildi. Avrupa kendi sanayisini korurken, Türkiye’ye “serbest rekabet” öğretildi.
Sonra dönüp bize şu söylendi:
“Bu fabrikalar zaten verimsizdi.”
Oysa verimsiz hâle getirilen, sistemdi.
Ve böylece hem köy çöktü,
hem fabrika sustu.
Yazının 2. bölümü yarın...