Siyasetçilere, devlet adamlarına, bürokratlara, kısacası devlet yönetenlere bir “kutsiyet” yüklenmesine öteden beri anlam veremem. Bunu sadece bugünün yöneticileri için söylemiyorum. Bu durum tarih boyu hep varolagelmiş bir olgu ve tarihe mal olmuş kişiler için de geçerli. Daha somut örnek vermek gerekirse benim için Fatih Sultan Mehmet de, Mustafa Kemal Atatürk de çok büyük insanlardır fakat kutsal değillerdir. Saygı duymak, sevmek, hayran olmak başka bir şey, insanüstü değerler yüklemek başka. Büyük liderlere elbette bu gibi hisler beslenebilir, bunlar insanın doğası gereği engel olamayacağı duygu durumlarıdır. Fakat nihayetinde aynı benim gibi, aynı sizin gibi, yani hepimiz gibi, bir anadan doğarak dünyaya gelmiş olan bir insana, -ne kadar üstün yetenekleri olursa olsun- “kutsiyet" atfetmek??? 
İşte bu bana göre değil. 
Tabi birazcık araştırınca hemen farkediyorsunuz, bu sadece bize ve yaşadığımız zamana özgü bir durum değil. Liderlere insanüstü değerler yüklenmesinin temeli çook eskilerde.

Aslında çok uzun bir yazı konusu ve daha akademik olarak ele alınmalı. Bu beni aşar. Ben bu yazımda, elimden geldiğince uzatmadan, haddimi aşmamaya özen göstererek ve de kendi tarihimizle sınırlı kalıp bizden örnekler vererek düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım.

Biraz gerilere gidelim.

Medeniyetlerin beşiği, ilk devletlerin ve yazının ortaya çıktığı Mezapotamya’da (Fırat ve Dicle’nin içinde ve çevresinde yer alan bölge) ilk yöneticiler ve iktidar sahipleri rahipler, şifacılar, büyücülerdir. Yani o günün koşullarında halkını hastalıklara, doğal afetlere karşı koruyabilen (yada koruduğuna inanılan) kutsal kişilerdir. 

TDK’ya göre;

Kutsiyet; “kutsallık”demek. Peki kökü “kut”? 

Yine TDK’ya göre; “Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç” anlamına geliyor. 

“Kut” sözcüğü ilk olarak Orhun Yazıtları’nda (735) geçmektedir. Eski Türklerde siyasi iktidar anlamına gelir ve bu ünvan Tanrı tarafından hakanlara bahşedilir. Tanrı “kut” ile Türk hakanına hükmetme gücü ve yetkisi verir. Hakan doğaüstü değildir, ama Tanrı tarafından seçilmiştir. Hakan hem Tanrı’ya hem de halkına karşı sorumludur. Başarısız mı oldu? Tanrı kut’u geri alır. Mesela, II. Göktürk Devleti Kağanı Kapağan’ın oğlu İnal başarılı olamamış; bu sebeple Bilge ve Kültigin Kardeşler “kut taplamadı” yani “kut ondan memnun olmadı” diyerek, onu tahttan indirmişlerdir. (Bkz-1)

Peki ya İslamiyet sonrası? 
Aynen devam. Osmanlılar’da hükümdar soyunu Allah”ın tayin ettiğine inanıyorlardı. (Bkz-2) Yani sultanlıklarını onlara Allah bağışlamıştı. Osmanlı Tarihçisi Hadidî’nin Osmanlı hanedanını överken söylediği: “Müslüman gâzi, ulu şâhdur bu Zemin üstüne zillu’l –lâhdur bu”. (Bkz-3) Açıkça Osmanlı ailesinin yer yüzünde Allah’ın gölgesi, yani onun adına yeryüzündeki insanları yöneten gazi sultanlar olduğu anlaşılır. İslami anlayışa göre bu ancak Peygambere gönderilen vahiy yolu ile olması gerekirken (ki bir daha peygamber gelmeyecektir) rüya, keramet vs. gibi gaibden gelecek haberlerle olmuştur. Örneğin;

“Ertuğrul Gazi sefer esnasında bir köyde imamın misafiri olur. İmam onu ihtimamla ağırladıktan sonra oturma esnasında arkasında Kurân-ı kerim bulunduğu için onun yana çekilmesini ister. Bu talebi yerine getiren, Ertuğrul Gazi hane halkı çekildikten sonra abdest alır ve Kurânı hatmeder. Sabaha yakın uyur. Uykuda gaibden ona hitap edilir. Bu hitapta senki benim kelamıma ikram ve ihtimam gösterdin. Ben dahi seni ve evladını mükerrem eyledim. İnsanlık içinde ilini muazzam eyledim. Ertuğrul Bey uykudan uyandı. Bildi ki hanedanında saltanat ışığı yandı”, diye yer alır (Bkz-4)

Bir örnek daha;
“Osman Gazi’nin halkı arasında kerâmeti zahir Edebali adlı bir şeyh vardır. Her tarafta meşhurdur. İlmi rüyayı bilir. Yaptırdığı zaviyesinde halka hizmet eder. Zaman zaman Osman Gazi’de onun zaviyesine gelir ve misafir olur. Osman Gazi bir gece rüyasında bu şeyhin koynundan bir ayın çıkıp kendi koynuna girdiğini, göbeğinden bir ağacın bitip Dünya’yı sardığını ve onun gölgesinde dağların olduğunu, o dağların dibinden pınarların çıktığını çeşmelerin aktığını görür. Ertesi günü bu rüyasını şeyhe anlatır. Şeyh Osman’ı müjdeler. Ona ve evladına Allah’ın saltanat verdiğini ve evladlarının onun gölgesinde olacağını belirtir ve kızı Mal Hatun’u onunla evlendirir” (Bkz.-5,6,7)

Lafın özü; bin yıldır iktidar sahipleri hükmetmek için meşruiyet zeminlerini beşeri kanunlardan ziyade uhrevi zeminlere dayandırmışlar. Kendilerini Allah’ın tayin ettiğine inanmış ve halkı da inandırmışlar. Bu duruma inanmayanlar, karşı çıkanlar olmamış mı? Elbette olmuş fakat Allah’ın buyruğuyla hükmettiğine inanılan yöneticileri karşısında ne yapabilirlerdi ki?

Mikhail Bakunin’e kulak verelim; “Devlet güçtür ve her şeyden önce güç kullanma hakkıdır: Tüfek icat olunca mertlik bozulur. Ama insan öyle kendine özgü bir varlıktır ki, tüfek uzun vadede yetersiz kalır. Onun saygısını kazanmak için ne türden olursa olsun ahlaki bir yaptırım yapmak da gereklidir. Dahası, bu yaptırım, kitleleri ikna etmek açısından hem çok basit hem de çok açık olmalıdır; öyle ki, kitleler devletin gücü karşısında, boyun eğdirildikten sonra, ahlaki olarak onun bunu yapmaya hakkı olduğunu da teslim etsinler.” (BKZ.-8)

Ne kadar karmaşık hale getirmeye çalışılsa da, milyon tane ideoloji, bilmemneizm vs ile insanların zihinleri bulandırılmaya çalışılsa da devleti yöneten iktidar sahiplerine karşı benim bakış açım oldukça basittir;

Biz seçeriz.
Biz para veririz.
Dünyadaki en değerli varlığımız olan çocuklarımızı, gencecik yaşlarında gerekirse canlarını vermeleri için asker, polis vb. yapar ellerine teslim ederiz.
Vatandaş olarak bunlar görevlerimizdir. 
Peki karşılığında bizi yönetenlerden ne bekleriz?
Ayrı bir yazı konusu ve son derece geniş bir alan ama ben mümkün olduğunca basite indirgeyip kendi en temel beklentimi paylaşayım.

Benim beklentim;
Seçmediğimizde gitmeleri.
Verdiğimiz parayı çarçur etmeyip, çalmayıp o parayla bize hizmet etmeleri.
Ve çocuklarımızın canına en az bizim kadar kıymet vermeleri.
Bunu yapsınlar diye oyumu ve vergimi verdiğim yöneticiler, eni sonu benim gibi bir insan ve bence kutsal değiller.

Kutsiyet açısından bakacak olursak; İnsanın kafatasını açıp beynini ameliyat eden bir doktor, bir dokunuşuyla bir çocuğun hayatımda mucize yaratan bir öğretmen, bizi bambaşka dünyalara götüren edebiyatçılar veya müzisyenler ve benzerleri bence siyasilerden çok daha fazla saygıyı ve sevgiyi hak edenlerdir.

Adı üzerinde “Milletvekili”, Allah’ın vekili değil.
Kör, topal, ağır, aksak, öyle veya böyle işleyen veya işlemeye çalışan demokrasimiz için 24 Haziran’da vekaletinizi dilediğinize verin ve kim seçilirse seçilsin unutmayın aslolan biziz, bizleriz. Yani millet. Gerektiğinde verdiğiniz vekaletin hesabını sormasını da bilelim.

Kime ait olduğuna emin olamadığım bir söz ile bitirelim;
“Tanrının elinden çıkan herşey insanoğlunun eline geçene kadar güzeldir”

Kaynaklar:
Türklerde kut kavramı ve Osmanlı’ların kutsiyet elde etme çabaları Doç.Dr. Hasan Basri KDÜ, Eylül 2005
1-KOCA, Salim, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı” Türkler, C.II KOPRAMAN, K.
2-İNALCIK, Halil, “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telâkkisiyle İlgisi”, AÜ, SBFD, S.1, (Ankara 1959)
3-HADİDÎ, Tevârih-i Al-i Osman (1299-1523), Haz. N. Öztürk, İstanbul 1991
4-İBN-İ KEMAL, Tevârih-i Âl-i Osman, I. Defter, Yay. Şerafettin Turan, Ankara 1970
5-LÜTFÎ, Lütfî Paşa ve Tevârih-i Âl-i Osman, Haz. K. Atik, Ankara 2001
6-MÜNECCİMBAŞI, Camiü’d Düvel, Çev. A. Ağırakça, İstanbul 1995
7-MEHMET NEŞRİ, Kitâb-ı Cihannümâ, Yay. F. R. Unat- M. A. Köymen, C. I Ankara 1987
8-MIKAIL BAKUNIN, Tanrı ve Devlet, Tanrı ve Devlet (Sayfa 92 - Öteki Yayınevi, 2016)