Hani hep geçmişten söz ederken derin bir özlemle karışık hüzün duyarız ya...

Ama o özlem geçmiş yıllara mı yoksa çocukluğumuzda çevremizde var olan insanlara, dostlara, ana, baba, kardeşlere mi?

Bunu pek ayırt edemeyiz...

Eski bir fotoğrafta, biranda o eski günlere dalar gideriz...

Şimdi, Mayıs ayının en güzel günlerinde yeşilin coştuğu ilkbaharı tüm güzelliğiyle yaşıyoruz, yaşıyoruz da o eski tat yok sanki...

Hiç unutamadığım eski Mayıs aylarından henüz ilkokuldayken dillerde marş olmuş Zeki Müren'in söylediği "İnleyen Nağmeler " deki o güzel sözler tam baharı anlatıyordu.

Yusuf Nalkesen'in "O Ağacın Altı " ve "Nasıl Geçti Habersiz "gibi baharı, sevgiyi, yaşama sevincini, huzuru, umdu aşılayan bir birinden güzel şarkılar herkesin dilindeydi...

Her şarkıda aşk, ayrılık acısı olsa da; bahar, çiçek, deniz, kuş, umut, özlem ve derin duyguların varlığı hissediliyordu.

Maalesef şimdi öyle güzel, derin, naif duygularla süslü unutulmaz şarkılar yok...

Türk Pop Müziğinde ise Ajda Pekkan, Barış Manço, Cem Karaca dışında Nilüfer, Dünya Dönüyor derken Yeliz, Bu Ne Dünya Kardeşim diye soruyor Yeşim, Olmaz Böyle Şey diye şaşırıyordu.

Erkin Koray, Fesubhanallah diye umut beklerken İskender Doğan, Kan ve Gül ile ortalığı yıkıyordu...

Atilla Atasoy, Dilenciyim, diye aşk dilenirken Erol Evgin, İşte Öyle Bir şey diyerek mütevazilik gösteriyordu.

Lale Belkıs, Oscar Harris'in meşhur Alta Grasia'sının Türkçe versiyonu, Doğduğum Ev şarkısıyla geçmişe özlemi dile getiriyordu...

Rüçhan Çamay, Para Para Para diye maddiyatın önemini vurgularken Cem Karaca, Tamirci Çırağı şarkısıyla; tamircilerin , işçilerin zor hayatını, bir kaç kitapta anlatılacak öyküsünü, bir şarkıyla milyonların gözleri önüne seriyordu.

Şimdiki Pop Müziğinde maalesef duygu yok..

Türküler hep güzeldi, bugünde çok güzel...

Yediden yetmişe herkese hitap eden türkülerimizde aşk, ayrılık, hüzün, neşe, öykü, kısaca yaşanmışlık var.

Türk'üz Türkü çağırırız.

Diye boşuna dememişiz...

Sonra bir arabesk furyası başladı ki...

Batsın Bu Dünya, Kaderimin Oyunu, Çeşme, vs vs vs. Umutsuzluk , acı, keder dolu sözler ve karanlık günler...

Daha önce zengin kız, fakir oğlan konulu filmlerin yerini, acılı, ağlak, gecekondu ve mafya filmleri aldı...

Arabeskle birlikte kültür yozlaşması başladı.

Oysa ondan önce Manisa, ne kadar cıvıl cıvıl, şen, mutlu insanlarla dolu güzel bir şehirdi.

Çarşıda, plakçı dükkanlarında, günün meşhur şarkıları ortalığı inletiyor, her Mesir Haftasında Manisa, adeta bitmeyen bir bayram havası yaşıyordu.

O günler öyle unutulmaz öyle güzeldi ki...

Yaz akşamları, yazlık sinemalar, tiyatro kumpanyaları, parklarda içilen çaylar, gazozlar, çiğdem ve çerezlerle tatlanan sohbetler, külahta dondurmalar en büyük lüksümüzdü.

Her şey az ama bereketliydi, insanlar güler yüzlü, paylaşımcı, gönüllerimiz çok zengindi.

Sonra Kıbrıs Barış Harekatıyla birlikte "enflasyon canavarı "yla tanıştık.

Bütün dünya Türkiye'ye ambargo uyguladı.

Sadece Pakistan ve Libya Türkiye'nin yanındaydı.

Ambargo nedeniyle Türkiye'de yağ, gaz, tüp kuyrukları, elektrik kesintileri yaşandı.

Geçmişten söz ederken " ama tüp, gaz, şeker, yağ kuyrukları vardı " diyenler, o kuyrukların Kıbrıs Türklerinin özgürlüğüne kavuşması için yaşanmış olduğunu görmezden geliyorlar.

Ekonomi tam toparlanmadan bu kez sağ- sol çatışması başladı.

Arabesk furyası ve sağ- sol çatışması Türkiye'nin en sıkıntılı yıllarıydı...

O zamanlarda bile çarşı, pazar bu kadar pahalı değildi...

O zor günlerde bizim gelecek güzel günlere bitmeyen umudumuz vardı...

Umut etmek o kadar değerli bir duygu ki...

Sonra seksenli yıllar... Ümit Besen, Cengiz Kurdoğl , Ferdi Özbeğen, Arif Susam, Nejat Alp'li piyanist şantörlerin yılları...

Yine mutlu Manisalılar, gülen yüzler.

Televizyonların her eve girmesiyle krize giren sinema dünyası ve saçma filmler...

Artık Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal, Şener Sen, Ali Şen, Halit Akçatepe, Zeki Akasya, Metin Akpınar gibi; sımsıcak aile birliğini, yardımlaşmayı, sevgiyi, dostluğu konu alan filmler yoktu...

Sonra; Dallas , Flamingo Yolu, Şahin Tepesi gibi uzun soluklu diziler, ardından; Zenginler de Ağlar, Kimsesiz Maria ve Yalan Rüzgarı gibi entrikası bol düşük ahlaklı kahramanları ön plana çıkaran diziler gözde oldu.

Kültür erozyonu öyle arttı ki, Dallas'ın JR 'ı bugün yayınlanan dizilerdeki pespayelikte masum kaldı.

Ulusal kanallarda yayınlanan dizilerin çoğunun ortak konusu; zengin, soylu! bir aile ama ne hikmetse hepsi mafyayla kolkola...

Her zengin erkek ya da kadının ya bir sevgilisi ya da geçmişinde yasak bir ilişkisi, yıllar sonra ortaya çıkan bir çocuğu var.

Ya da kavuşamadığı, evli olduğu halde hâlâ görüştüğü eski sevgilisi..

Ama bu konu öyle allanıp pullanıp, öyle doğruymuş gibi empoze ediliyor ki ...

Adeta ahlaksızlık meziyetmiş gibi sunuluyor.

Sonra , yufkacıya kaçan eltiler, komşusuna teşekküre giden ahlak düşkünü eşler, köy yerinde evliyken başka erkeklerle düşüp kalkanlar...

Ve herkesi hayrete düşüren, başka adama kaçan karısını "eve dön sensiz yaşayamam " Diye tv programlarında gözyaşı içinde geri çağıran kocalar...

İyi, dürüst, güzel ahlaklı insanları tenzih ederek soruyorum..

Sahi ne ara bu kadar duyarsız, sorumsuz, bencil olduk ?..

Yazacak çok şey var da... Neyse...