Yusuf Atılgan’la aynı şehirde yaşıyorum ben…
“Kaldırımlardan taşan kalabalıklarda” kendimi iyi hissetmediğim zaman o gelir aklıma. “İçimdeki sıkıntı” erir. Bu sıkıntı “garsonun yüzünden “olmaz hiçbir zaman. Kentin yıllar hatta yüzyıllar değişse de değişmeyen çehresindendir içimdeki sıkıntı. “Kalabalıkla ilgim kesiliverir” sonra. Ama içimdeki sıkıntı gitmez. Ne sinemadan çıkan insanların yüzündeki ifade, ne tedirginliğim çözüm olmaz içimdeki sıkıntıya. Zaten “28 yaşında” da değilim, niye tedirgin olayım ki? 42 yaşında tedirgin olmaz insan, olsa olsa kederli olur. Ya da melankolik…
Susarım… “Konuşmak gereksiz” derim ama yazmadan duramam ne kentin değişmeyen kasvetini, ne insanların giderek daha hissizleşmesini…
İstasyona yakın Anavatan Apartmanı’nın önünden geçtim bugün… Hani Zebercet’in çalıştığı Anayurt Oteli’nin… Otelin adı da Anavatan’dı romanda ve hatta kitabın adı da Anavatan Oteli’ydi ama işte şu editörler yok mu şu editörler, otelin ve kitabın adını değiştiriverdiler bir çırpıda, bir kalemde…
Zebercet’i düşündüm apartmanın önünden geçerken… “Gözleri, ağzı açık, bacakları eğilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştığı” geldi aklıma…
Ne çok Zebercet yaşıyor hala bu kentte diye düşündüm sonra. Her şeyi sıradan ve sorunsuz yaşar gibi görünüp içinde fırtınalar kopan insanları düşündüm. Hayatı bir çare aramakla geçen insanları… Her yeni çarede yeni sorunlarla karşılaşanları… O insanlar ki, “en az umutlanmaları gerektiği zamanlar en çok umarlardı…”
Zebercet’in yürüdüğü caddeleri arşınladım sonra… Doğumevi’nin önünden geçtim. Hükümet meydanına çıktım sonra. Adı kahveyle başlayan dükkânları saydım, kaç tane var bunlardan diye merak ettim. Sıkıldım sonra saymaktan. İçimdeki sıkıntı yeniden su yüzüne çıktı. Keşke hiç sıkılmasa insanlar dedim. “Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı.”
Arşınlayıp durdum caddeleri… Şimdi yerinde yeller esen sinemaların önünden geçtim. Bildiğim sinemaların isimlerini geçirdim aklımdan. Köşk, Şehir, Beyaz Saray, Gediz… Gediz yazlık sinemaydı, şimdi apartman dikili olduğu yerde, altında da tabelası birkaç yılda bir değişen dükkân… Belleğimi zorladım, başka sinema gelmedi aklıma, ben de yaşlanıyordum belli ki, ya da diğerlerini hatırlamayacak kadar gençtim… Son varsayımın hoşuma gitti, gülümsedim… Yusuf Atılgan’ın sinemadan çıkan insanı tasvir ettiği satırları hatırladım, yeniden gülümsedim. Sinemadan çıkan insanın nasıl değiştiğini anlatıyordu. Şimdiyi görmesini isterdim. Filmden çıkan insanların hiç değişmediğini, “gördüğü filmin ona bir şeyler” yapmadığını görmesini isterdim.
Arabama atladım öğle sıcağında. İstanbul yoluna çıktım… Zebercet’i düşündüm tekrar… Kendi hayatına son verdiği anları getirdim gözümün önüne…
“Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak?”
İşte tüm mesele buydu zaten. Her şeye karşın yaşam armağanını korumak, yaşamı bir armağan olarak algılamak ve direnmek her koşula rağmen. Yaşam her şeyin önündedir çünkü…
Bunları düşünürken Hacırahmanlı’ya girmiştim. Girişteki, insana o upuzun gelen yolu bitirip kasabanın merkezine vardığımda arabamı park ettim. Hiç park sorunu yaşamamak ne güzeldi… İnsana dünya değiştirmiş gibi geliyor.
Yürüdüm sonra… Daha önce defalarca gelip yürüdüğüm kasabanın sokaklarında yürüdüm. Bu kentin artık aramızda olmayan o güzel insanını düşünerek yürüdüm… Kurduğu spor kulübünün önünden geçtim… Adının verildiği, internet çağında kimsenin kullanmadığı kütüphanenin önünden, artık sadece anılarının bulunduğu evinin önünden geçtim…
Burada otuz yıl yaşayıp Türk edebiyatına adının kazındığı eserleri şu benim adım attığım sokaklarda, şu kahvede otururken, şu caddede yürürken kurguladığını düşündüm. “İçimdeki sıkıntı eridi…”
Bir süre önce İstanbul’da bir meslektaşımla tanıştım. Bir öğretmenle… Memleketini sordum. “Kastamonu” dedi. Ben heyecanla “Oğuz Atay’ın memleketi! Hemşerisiniz yani?” dedim. Onunla Oğuz Atay’dan konuşacaktım… Oğuz Atay’ın Yusuf Atılgan hayranlığından… “Tutunamayanlar” romanını ona gönderdiğinden… Kastamonu’da Oğuz Atay’ın unutulmamasının, adına öykü yarışması düzenlenmesinin ne kadar güzel olduğundan dem vuracaktım. Birkaç yıl düzenlenen bu yarışmanın hala devam edip etmediğini soracaktım. Kastamonu’da yaşayanları onun nezdinde takdir edecektim.
Çünkü bizim şehrimizde bırakın Yusuf Atılgan adına bir yarışmanın açılmasını, adının herhangi bir yere verilmediğini, bırakın adının verilmesini, Yusuf Atılgan ismini ve onun Manisalı olduğunu özellikle yeni neslin neredeyse tamamının bilmediğini, adına sempozyumlar düzenlenen, isminin Türk Edebiyatı’na yazıldığı bu büyük yazarın şehrimizde ne kadar ihmal edildiğini anlatacaktım…
Anlatamadım… Hiçbirini söyleyemedim. Çünkü meslektaşım, benim “Oğuz Atay’ın memleketi! Hemşerisiniz yani?” soruma, “Bilmiyorum. Yani Oğuz Atay’ın kim olduğunu bile bilmiyorum” yanıtını verdi…
Sustum.
“Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti”m…
Biliyordum… “Anlamazlardı…”
 
 
 
*Farklı karakterde yazılan sözler, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” ve “Anayurt Oteli” romanlarından alıntıdır.
* Aylak Adam, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi Yayınları
*Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi Yayınları