Gerçeküstü bir müzedeyim: Hatıralar Müzesi. Tamamen boş, eşyasız, tek katlı bir yapının içindeyim. Odasız, koridorsuz, büyük bir kare alanın tam ortasındayım. Dört kocaman duvar da fotoğraflarla kaplı. Her biri farklı büyüklükte fotoğraflar öylesine yerleştirilmiş ki, duvarların rengi anlaşılmıyor. Ahşap zemini adımlıyor, canlıymış gibi duran yüzlere yaklaşıyorum. Bu yüzlerin hepsi tanıdık. Türkiye’den, dünyanın dört bir yanından edebiyatçıların arasındayım. Şairler, yazarlar, masal anlatıcıları

Neden burada olduğumu biliyorum. Çünkü buraya ilk gelişim değil. Ne vakit gerçek dünyadan kopmak istesem bu müzeye geliyor ve edebiyat dünyasının ucu bucağı olmayan hatıraları arasında gezintiye çıkıyorum. Hem edebi bir yolculuk bu, hem de bir zaman yolculuğu.

Orhan Veli’nin gülen yüzünün önünde duruyorum. Lise yıllarımdan beri bir şairden çok arkadaş o benim için. Göz göze geldiğimiz anda çevremdeki her şey farklılaşıyor, dünyam değişiyor. Şimdi 1940’lı yıllardayım. İstanbul’da bir kahvede oturuyorum. Tahta masa ve sandalyeler, omzunda gri havlusuyla ocakçı, boğazdan gelen bahar esintisi. Çayımı yudumluyorum. Yan masada iki kişi var. İkisini de tanıyorum. Biri Orhan Veli, diğeri Sait Faik. İkisi de önlerine birer Cumhuriyet gazetesi almış, bulmacasını çözüyor. Aceleciler. Ne yaptıklarını biliyorum. Bir süre önce iddiaya tutuştular. Her gün aynı gazeteyi alıp buraya geliyorlar. Bulmacayı önce kim bitirirse, diğeri ona rakı ısmarlıyor. Hep Orhan Veli kazandı bugüne değin. O yüzden Sait Faik çok gergin gözüküyor. Bir sigara yakıp onları izliyorum. Daha sigaram bitmeden Orhan Veli gazeteyi sevinçle masaya vuruyor:

Bitti!”

Sait Faik sinirleniyor:

Nasıl olur yahu? Nasıl oluyor da her seferinde sen önce bitiriyorsun?”

Orhan Veli bir kahkaha atıyor. Masada ellerini kavuşturuyor. Sonunda sırrını söyleyecek belli ki. Ne güzel bir âna denk gelmişim. Elindeki gazeteyi arkadaşına doğru uzatıyor:

Gazetenin bulmacalarını ben hazırlıyorum!”

Orhan Veli’yi kahkahalar atarken, Sait Faik’i de afallamış bir halde orada bırakıp kahveden ayrılıyorum.

Yine müzedeyim. Bütün fotoğraflara hızla göz atıyorum. Sonra Attilâ İlhan’ın gençlik fotoğrafının önünde duruyorum. Keskin bakışında topluyorum dikkatimi. Şimdi 1941 yılında, Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’ndeyim. Başhekimin odasındayım. Başhekim kısa boylu, gözlüklü, babacan tavırlı bir adam. Karşısında ayakta duran ise o sırada 16 yaşında olan, lise öğrencisi Attilâ İlhan. ‘Uzaktan sevdiği’ kız arkadaşına yazdığı mektuplardaki Nazım Hikmet şiirleri yüzünden İzmir Atatürk Lisesi’ndeki sınıfından alınıp tutuklanmış, hukukçu babasının çabasıyla “asabiyet” bahanesiyle İzmir Memleket Hastanesi’ne sevk edilmiş, oradaki doktor askere alınınca da yolu Manisa’ya düşmüş. Birkaç hafta hastalarla birlikte kaldıktan sonra testler yapılıyor, başhekim onu odasına çağırıyor. Birazdan raporunu yazacak. Geleceğin dev şairiyle konuştuğundan habersiz görüşünü belirtiyor. İlgiyle dinliyorum:

Hasta falan değilsin. Kurtulman için hasta demem yeterli ama bu gelecek hayatını etkiler, hasta değil desem ağır ceza yersin, sana yazık olur. İkisinin arası bir şey yazacağım.”

Yaşarken tanışma ve sohbet etme şansına eriştiğim Kaptan’ı yeniden görmenin mutluluğuyla hastaneden ayrılıyorum.

Müzede Neyzen Tevfik ile Mehmet Akif’in fotoğrafları yan yana duruyor. Çünkü onlar yakın dost. Dünyaya bakışları, yaşam tarzları birbirine tamamen zıt bu iki insanın dostluğu örnek alınmayı hak ediyor. Neyzen Tevfik kendisinden altı yaş büyük Akif’le İzmir’den İstanbul’a geldiği ilk günlerde tanışıyor. Mehmet Akif, Tevfik’e kol kanat geriyor. Sanatını icra etmesi için yardım ediyor. Arapça, Farsça dersleri veriyor. Neyzen de Akif’e ney üflemeyi öğretiyor. Tabii büyük şairin genç arkadaşıyla ilgili tek sorunu onun alkole düşkünlüğü. Defalarca yeminler ettiriyor ama nafile. Neyzen alkol bağımlılığından kurtulamıyor. Aralarındaki ilişkiyi düşünerek fotoğraflarına dalıp gittim ve bir anda kendimi Mısır’da buldum. Yıl 1929. Mısır’da Mehmet Akif’in evindeyim. Gecenin ilerleyen saatleri. İstiklâl Şairi masasında çalışıyor. Kapı açılıyor. Eve Neyzen giriyor. Sarhoş tabii. Mehmet Akif’i görmek için İstanbul’dan kalkıp Mısır’a gelmiş, bir yıldır onun evinde kalıyor. Akif’e verdiği “eve geç gelmeme” ve “içmeme” sözünü bir süre tutmasına rağmen sonra yine eski haline dönmüş. Mehmet Akif kızıyor tabii. Neyzen yattıktan sonra bırakıyor işini, eline kalemi alıp yeni bir şiire başlıyor: Derviş Ahmed… Odada bir köşeye oturup onu izliyorum. Safahat’ta yer alan bu şiiri Neyzen’e yazdığını dipnottan biliyorum:

Tevfik Neyzenin üç bin dört yüzüncü tövbesinden istifası münasebetiyle.”

Sabahın ilk ışıklarıyla iki dosttan ayrılıp müzeye dönüyorum. Fitzgerald’ın büyük fotoğrafının önündeyim. Muhteşem Gatsby’nin yazarı, Benjamin Button’ın yaratıcısı Fitzgerald sanki bana sesleniyor yine:

“Şunu hiç unutmamalısın: yalnız olan, her zaman yalnız olan ilk insan sen değilsin.”

Fitzgerald’ı Zelda’sız düşünmek mümkün değil tabii. Tanıştıkları cumartesi akşamına gidiyorum birden. 1918. Haziran ayının sonları. ABD’nin Alabama eyaletinde bir balo salonundayım. Montgomery Golf Kulübü’nün salonu seçkin insanlarla dolu. Alabama Anayasa Mahkemesi üyesinin kızı olan Zelda 18 yaşında. Birazdan solo bale gösterisini sunacak. Salonun bir köşesinde de genç bir subay: Francis Scott Key Fitzgerald. 22 yaşında. Yakışıklı, sağlıklı, neşeli. Büyük bir yazar olma hayali var ama henüz yayınlanmış bir eseri yok. Üniversiteyi bırakıp orduya yazılmış. Birazdan tanışacaklar ve 1940 yılının sonunda Fitzgerald ölene dek ne yapıp etseler birbirlerinden kopamayacaklar. Zelda bale gösterisini sunduktan sonra kapının yakınlarında durmuş, dinleniyor. Genç subay yanına geliyor, eğilerek selam veriyor:

Teğmen Scott Fitzgerald, sizinle tanışmayı ümit eder.”

Zelda elini uzatıyor:

Ben Zelda Sayre.”

Zelda? Aileden gelen bir ad mı?

Hayır, bir romandan gelen bir ad.”

“Öyle mi? Ben de yazarım, biliyor musunuz?”

Sadece Zelda değil kimse onun yazar olduğunu bilmiyordu; çünkü tek bir kitabı bile yoktu. Ama o özgüveni onu büyük bir yazar yapacaktı. Gülümseyerek ayrılıyorum yanlarından.

Albert Camus’nün fotoğrafına hüzünle bakıyorum. Absürdizm akımının en önemli ismine ölümünden birkaç yıl önce, Sizce en absürt ölüm şekli hangisidir?” diye sorulmuştu. Camus’nün yanıtı Araba kazası,” olmuştu. Bunu düşünür düşünmez hangi zamana gideceğimi anlamıştım. 1960 yılının Ocak ayındayım. Paris yolunda bir kasaba yakınlarında, yol kenarında ayakta duruyorum. Yolun karşısında bir çınar ağacı. Sadece ağacı görünce birazdan o feci kazaya tanık olacağımı anladım. Keşke gelmeseydim, dedim ama yapacak bir şey yoktu. Birkaç dakika sonra bir otomobil korkunç bir hızla ağaca çarptı. Arabayı Michel Gallimard kullanıyordu. Fransa’nın en önemli yayıncılarından biriydi. 42 yaşındaydı. Arka koltukta oturan eşi ve kızıyla Paris’e gidiyordu. 150 km. hızla… Yanındaki koltukta ise arkadaşı ve kitaplarını yayınladığı Albert Camus oturuyordu. 46 yaşındaydı. Aslında Paris’e trenle gidecekti ve biletini de almıştı. Gallimard çok ısrar edince onun aracına bindi. Otomobil öyle şiddetli ağaca çarptı ki başımı çevirdim. Birazdan ambulans ve polisler gelecek. Gallimard ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılacak ve beş gün sonra ölecek. Eşi ve kızı yara almadan kurtulacak. Camus ise olay anında, az önce öldü. Ceketinin cebinde Paris’e tren biletini bulacaklar ve çantasından yarım kalan son romanı çıkacak: İlk Adam. Kimse gelmeden ayrıldım kaza yerinden. Camus’nün cansız bedeniyle karşılaşmak istemiyordum.

Hatıralar Müzesi’nde birkaç saat geçirdim. Pek çok zamana ve pek çok şair ve yazarın yanına gittim. Onların neşeli, hüzünlü anlarına tanıklık ettim. Paris’e gittim. 1975 yılıydı. Georges Perec, bir kafeye oturmuş, Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi”ni yazıyordu; ben de yanına oturup bir kahve içtim. Sonra yine Paris’teydim ama bu kez 2. Dünya Savaşı yaşanıyordu. Alman uçakları Paris’e bomba yağdırırken bir grup üniversite öğrencisi bisikletleriyle şehirden kaçmaya çalışıyordu; ben de Cahit Sıtkı’nın yanında pedal çevirdim. Sabahattin Ali’nin askerlik yaptığı sırada rk Mantolu Madonna’yı yazdığı çadıra konuk oldum sonra. Tezer Özlü’ye Torino’da eşlik ettim: Pavese’nin intihar ettiği Otel Roma’daki odasını gezdik birlikte. Kafka ile Milena’nın yürüyüşlerine katıldım: Milena’ya yazdığı mektupta Kafka’nın, Yanımda yürüyordun Milena. Düşünsene, yanımda yürümüştün.” diyerek andığı yürüyüşlerine.

Belki bir gün, onları da anlatırım.

e-posta: [email protected]