Osmanlı Dönemi’nde sayısız kent ele geçirilmiş, fethedilmiştir. Ancak yalnızca İstanbul’u alan hükümdar “Fatih” unvanıyla tarihe geçmiştir. Yalnız bu veri bile İstanbul’un fethinin tarihsel anlamda ne kadar önem

                                  

Osmanlı Dönemi’nde sayısız kent ele geçirilmiş, fethedilmiştir.

Ancak yalnızca İstanbul’u alan hükümdar “Fatih” unvanıyla tarihe geçmiştir.

Yalnız bu veri bile İstanbul’un fethinin tarihsel anlamda ne kadar önemli olduğunu ortaya koyan önemli bir işarettir.

İstanbul’un Fethi, dünya tarihinin en önemli olaylarından biri, Fatih Sultan Mehmet de tarihin gördüğü en büyük devlet adamlarından biridir.

Fatih bir dahidir!

Üstün yönetme vasfı, bilgi, geniş bir perspektifle dünyayı okuyabilme, hırs, yaratıcı zeka, başarıda ısrar, sanat zevki, kültürel zenginlik ve daha bir yığın meziyet bu kişide toplanmıştır.

Ama ben size ondan söz etmeyeceğim.

Kentimizden yola çıkıp Edirne’de tahta oturduğu ilk günden itibaren İstanbul’u almayı kafasına koyduğunu, 2 yıllık hazırlıktan sonra fethi nasıl gerçekleştirdiğini anlatarak hamaset de yapmayacağım.

Size Kerkaporta’dan söz edeceğim.

Kerkaporta Kapısı’ndan çıkıp günümüzle ilgili kaygılarımı paylaşacağım...

*

Avrupalı tarihçilerin İstanbul’un fethi ile ilgili ortaya koydukları bir iddia vardır.

Bu iddiaya göre, “ Osmanlı Ordusu şehre, surlarda açık unutulan ‘Kerkaporta Kapısı’ndan girmiştir.”

Şehir kuşatmaya direnmektedir, ama gelin görün ki, açık unutulan bir kapıdan elli kadar Türk askeri girer ve onların arkasından gelen birliklerle surlar arkadan ele geçirilir ve şehir düşer!

Avrupalı tarihçiler bu iddialarını dönemin Rum tarih yazıcılarına dayandırırlar.

En önemli kaynakları kuşatma sırasında şehirde bile bulunmayan bir Bizans tarihçisidir.

Bu iddia hala tartışılmaktadır.

Avrupalı tarihçilerin bu iddiasının sebebi kuşkusuz, askeri başarıyı gölgeleme çabasıdır. Yani demek istiyorlar ki; “Yahu biz kapıyı açık unutmuşuz, yoksa şehri teslim alamazdınız!”

*

Başarıyı küçültme çabasının ürünüdür Kerkaporta.

Aynı zamanda kendi başarısızlığına bir kılıf arama gayreti.

İnsanoğlu her kaybı için bir Kerkaporta bulmuştur.

Hele bizim toplumumuz için eşsiz bir örnektir Kerkaporta. Bizim elimize kimse su dökemez.

Örnek mi?

“Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’nı neden kaybetti?” diye bir soru sorduğumuzda, milyonlarca insan koro halinde aynı yanıtı verir:

“Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık!”

İşte bu Kerkaporta’dır!

Tersi de geçerli.

Geçen yüzyılın en büyük ulusal bağımsızlık savaşını vermiş bir halkın önderi Mustafa Kemal’i hazmedemeyenlerin, cumhuriyeti kabullenemeyenlerin başvurduğu Kerkaporta, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Milli Mücadele’yi başlatması için Vahdettin’in gönderdiği safsatasıdır.

Biz yalnız başarısızlıklarımız değil, başarılarımız için bile Kerkaporta’lar üretmekte çok maharetliyiz.

Müzikte bir deha yetiştiririz, sonra onun değerini küçültmek için elimizden geleni yaparız.

Bir futbol takımımız Avrupa’da kupa kazanıp gelir, bu başarıyı kabullenmek istemeyenler, kura şansından tutun, rakip takımların zaten top oynamadıklarından “tesadüf” tanımlamasına kadar türlü bahaneler üretirler.

Milli takım düzeyinde başarı elde ederiz, bu kez içimizden “İrlandalılar” üretiriz.

Daha çarpıcı bir örnek vereyim; bütün dünya tarafından tüm zamanların en iyi haltercisi kabul edilen, Seul’deki inanılmaz performansından sonra Time Dergisi’ne kapak olan, cep herkülü ünvanı verilen Naim Süleymanoğlu’nu, okuduğu Beden Eğitimi bölümünde sınıfta bıraktığımızı biliyor muydunuz?

Üstelik halter dersinden!

Hocasının açıklaması şu; Stili hatalı!

İşte bu Kerkaporta’dır!

*

Bütün dünya biliyor ki, Bizans’ın surları artık dayanamaz noktaya gelmişti ve ha bu kapı, ha o kapı, şehir düşecekti.

Bahaneler üretmek, kendi hatalarını da görmesini engeller toplumların.

Bizim surlarımızın da sağlamlığını yitirmeye başladığı kaygısını taşıyorum.

Ortadoğu’nun bitmek tükenmez sorunları…

Ermeni Meselesi...

Kıbrıs Sorunu...

AB’nin dayatmaları...

ABD ve İngiltere’nin bölgesel planları...

Bunlar dış surlarımızı yıllardır döven top gülleleri.

Ama korkarım artık iç surlarımız da yara almaya başladı...

Asya ve Avrupa gibiyiz aynı toplumda.

Birbirimize bir köprü mesafesinde yakınken, erişilemeyecek kadar uzağız aslında.

Artık aynı radyoları dinlemiyoruz.

Aynı filmleri izlemiyor, aynı gazeteleri okumuyoruz.

Arabamızın camlarına yazıyoruz kimlik bilgilerimizi…

“Ben buyum” diyoruz, “bendensen buyur gel, değilsen gözüme görünme!”

Ne nezaketimiz kaldı, ne hoşgörümüz.

Ya kavga yapıyoruz ya da tezahürat.

Anlamaya değil, anlamasını istediğimizi karşımızdakinin kafasına çakmaya çabalamaktan ibaret tüm yaşamımız.

Değerlerimizin çevresine kalın duvarlar ördük, ufacık bir sızıntıyı bile kabullenemiyoruz.

Ne kadar keskinleşirsek, ne kadar sert çizgiler koyarsak görüşlerimizin önüne, o kadar kabul göreceğini sanıyoruz.

Çözümün salt bizim kafamızdakinin uygulanmasından geçeceğini sanıyoruz.

Doğrunun ve gerçeğin ne olduğu bizi ilgilendirmiyor artık…

Komşuluk bizi ilgilendirmiyor.

Veresiye alışveriş bizi ilgilendirmiyor.

Yol arkadaşlığı, asker arkadaşlığı, kan kardeşliği bizi eskisi gibi ilgilendirmiyor.

Bir insanla yakınlık kurarken onun “insanlığı” son sırada belirleyici oluyor artık.

Kısacası surlarımızı güçlendireceğimize, bir yığın iç duvarlar örüyoruz anlamsızca.

Sonrasında faydasız Kerkaportalar üretmek yerine, surlarımızı güçlendirmeliyiz.