Şinasi Asa'ya...   Bu köy meydanının bu kadar insan alabileceğini, bu kadar taşıtın köye sığabileceğini, hayatın bütün anlamsızlığı ve saçmalığının mezarlıkla köy meydanı arasındaki yola çökebileceğini, bu yolda, bu köyde, bu insanlarla yaşanan ve y

Şinasi Asa'ya...

 

Bu köy meydanının bu kadar insan alabileceğini, bu kadar taşıtın köye sığabileceğini, hayatın bütün anlamsızlığı ve saçmalığının mezarlıkla köy meydanı arasındaki yola çökebileceğini, bu yolda, bu köyde, bu insanlarla yaşanan ve yaşanacak tüm güzel şeylerin omuzlarda taşınan bir tabutun tahtasındaki çiziklerde eriyip gidebileceğini o gün anladım.

O cenazenin olduğu gün o güne dek anlamadığım, anlamak istemediğim, anlamaktan kaçtığım ne varsa anlayıverdim. Yaşamla ve ölümle ilgili ne kadar söz söylenip ne kadar çok şey yazılıp resmedildiyse ve ne kadar özlü sözler bırakıldıysa günümüze, hepsi anlamını yitiriverdi. Gerçek; şu tabutun çizgilerinde, yüzlerce ayağın tozlu toprakta çıkardığı seste, şu bizi mezara götüren yokuşta, şu kürekte, kazmada, şu hocanın günlük her hangi bir işini yaparmış gibi okuduğu duada, şu birbirine uyumsuz çıkan “amin” nidalarında, şu evin üst katında acı haberi aldığı andan beri kımıldamadan, yemeden içmeden, uyumadan yatan kızda, şu göğe saldığı çığlıklardan medet uman eşte, şu boş mezarı onunla doldurup üstüne atılan toprağın havada ayrıldığı moleküllerin gözünün önüne onun gülüşünü çıkarmasında, şu apar topar toprak atışlarda, şu ağaç dalları koymakta mezarın üstüne, şu ağlaşmalarda, şu çöküp dua etmelerde, şu mezarın toprağını sanki ona dokunur gibi okşamalardaydı…

Ve şu havludaydı gerçek, şu eşinin bütün ritüel bittikten sonra, usulca mezara yaklaşıp, evde tabutun üstüne serip şimdi toprağın üzerine bıraktığı havluda, kara toprağın üzerine atılan beyaz havludaydı gerçek…

**

Raftan ilk aldığım kitap Fikrimin İnce Gülü’ydü. Epey eski bir baskı… Sonra Nutuk’u aldım, 2 cilt. 1951 baskısı. Beyaz kağıtla kaplanmış. Erol Toy’un İmparator’u, Doğan Avcıoğlu’nun Türklerin Tarihi, Nadir Nadi’nin Ben Atatürkçü Değilim kitabı…

“Bunları ben alıyorum” dedim kızlara.

“Hepsini al istersen abicim” dedi küçüğü. O acıya rağmen Anadolu Lisesi’ni kazanmıştı. Ama bu yeterli değildi, üniversiteyi de okuyacak, ablalarının yapamadığını yapıp babasına verdiği sözü tutacaktı.

13 yıl olmuştu bu köye öğretmen olarak atanalı ve yalnızca bir yıl çalışıp ayrılmıştım. Ayrılmıştım da yıllar ve yollar koparamamıştı beni buradan. Zaman zaman gelmiştim ama bu gelişimden önceki gelişim ani ve acı bir haber üzerine olmuştu. Ölümünden iki yıl sonra tekrar gelmiş, ailesiyle kucaklaşmış, aramızda o da varmışcasına konuşmuş, anlatmış, ağlamıştık. İşte onu anlatır, anarken kitaplığına gitmiştim. Küçük kızı Kübra bana onun kitap sevgisini anlatıyor, bir yandan kitapları alıp alıp kucağıma koyuyordu. Batı Anadolu’nun bir köyünde, Köy Enstitüsü mezunu bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen, Öğretmen Okulu’na giden, öğretmen olmaktan başka bir düşüncesi olmayan, 12 Eylül öncesi o karanlık dönemde ‘komünist’ olduğu suçlamasıyla okulla ilişiği kesilen ve kalan ömrünü çiftçi ve itfaiyeci olarak geçiren bir köy aydınının kitaplığının önünde dizlerimizi kırmış, kitaplarını seyre dalmıştık.

“Hayır,” dedim, “hepsini almam, birkaç tanesini hatıra olarak alacağım ama çoğu sizde kalacak, kalmalı.”

Şimdi düşünüyorum da, yeni öğretmen olmuş biri olarak hangi köyde çalışmak istersin, hatta nerede çalışmak istersin diye sorsalar, aynı yeri tercih ederdim. Köy okulu, öğrencileri, köy insanlarının iyilikseverliği, hepsi bir yana, sadece onu tanımak için bile aynı köyde çalışmak isterdim.

Eğer kendi babamı seçme şansım olsaydı, onu seçerdim çünkü…

Ayşe Ablanın “Hadi sofraya” seslenişiyle sona erdi bizim kitap sohbetimiz. Ayşe Abla, kızları, annesi ve eşimle ben oturduk evin avlusundaki mutfak masasına.

“Benim evlatlığım der dururdu senin için” dedi yine Ayşe Abla, “Yok bugün evlatlığım aradı, yok ne zaman gideriz yanına… Bugün de onun sevdiği yemekleri yaptım bakalım, tabakta bırakmak yok…”

Gökyüzü açık, yıldızlar seyir istiyordu. Çay içtik, söyleştik, kederlendik, güldük, yine kederlendik…

Köye ilk geldiğim güne gitti zihnim. Akşam ezanı okunmuş, yemekler yenmiş, erkekler köy meydanındaki dört kahveye dağılmış, çaylarını içip sohbete dalmışlardı. Arkadaşımın arabasıyla köye girdik, meraklı bakışların arasında iki kahvenin arasındaki muhtarlık binasının ikinci katında muhtarın odasına daldık. Kendimi tanıttım, muhtar son derece sıcak bir şekilde karşılayıp bizimle sohbet etti. Köyünden övgüyle bahsedip yönetimlerinde köyün ne kadar da ileri bir seviyeye gelmek üzere olduğundan dem vurduktan sonra bana hemen kalacak bir ev bulamayacaklarını, çünkü köyde boş evde olmadığını, lojman inşaatının da yeni başladığını, lojman bitene kadar muhtarlık binasının bu katındaki, kendi odasının karşısındaki şu boş odada kalabileceğimi, sobanın, yatağın ve küçük bir dolabın olduğu, ihtiyaçlarımı şimdilik karşılayacak bir oda olduğunu, zaten bekar olduğum için daha fazlasına ihtiyacım olmadığını, lojman bitince de evime geçebileceğimi anlattı ve bana kalacağım odayı gösterdi. Gerçekten dediği gibi bir odaydı. Küçük, sade, bana yetecek bir oda… Arkadaşıma teşekkür edip yolcu ettikten sonra odama yerleştim. Yerleşir yerleşmez, kapım çalındı, içinde 3 çeşit yemek bulunan koca bir tepsiyle Fethi Abi karşımda duruyordu.

“Hanım hazırladı hoca” dedi, “açsındır, ye, öyle dinlenirsin…”

Türk köylüsünün misafirperverliğiyle de böylece tanışmış oldum.

Onunla tanışmam ise birkaç gün sonra oldu. Akşam kahveye oturmuş, dalgın dalgın etrafa bakınıyordum. Sadece sabah şehir merkezine giden ve akşamüstü geri gelen tek bir otobüsle kentle ulaşım bağlantısı olan bu köyden bu saatte Bursa’ya nasıl giderim diye düşünüyordum. Oturduğum masaya elindeki gazeteyi atarak “Hayırdır hoca” dedi, “ne düşünüyorsun?”

Kafamı kaldırdım, bu adamı daha önce görmedim diye düşünüyordum ki;

“Şinasi adım” dedi, elini uzattı, tokalaştık, yanıma oturdu.

“Benim büyük kız senin öğrenci dedi, 7. sınıfta. Ben itfaiyeciyim. 24 saat çalışır, 48 saat dinleniriz. Bu öğlen geldim Bursa’dan, görüşememiştik seninle.” dedi. Çay söyledi hemen, çay içtik, konuştuk. Memleketimden bir arkadaşımın iş arkadaşlarıyla bugün kente geldiklerini, benim de yanlarına gitmek istediğimi ama ulaşım problemim olduğunu söyleyince, “sevgilin mi?” dedi, yekten, duraksamadan.

“Hayır “ dedim sesim titreyerek. “Henüz değil” diyemedim… “Öyle olması için bugün onu görmem lazım” diyemedim... Yakalandığımı hissetmiştim. Aşık olduğum kız yirmi kilometre yanıma kadar geldi ama ben yanına gidemiyorum diyememiştim, diyememiştim ama demiştim de sanki bir yandan. Zaten 10 ay sonra bütün ailesini, çoluk çocuk arabasına doldurup düğünümüze kadar geldiğinde söylemişti bana o gün anladığını âşık olduğumu. “Kıvranıp duruyordun şefim” demişti, (genelde şefim diye seslenirdi bana), “Aniden tuvaleti gelmiş, karnını tutan biri gibiydin o akşam. Aşk da öyle gelir zaten, bilirim, birden ve koşullarını hiç hesaba katmadan…”

Beni o akşam kahveden aldı, arabasıyla Bursa’ya kadar götürdü, geri döndü. Ben o akşam âşık olduğumu söyledim sevdiğim kadına. Evliliğimizde imzası vardır yani.

Cep telefonlarının olmadığı bir zamanda, yağmur yağdığında normal telefon hatlarının da gittiği bir köyde beni defalarca, telefon edebilmem için, telefonların çalıştığı yakın ilçeye götürdü. Bu davranışın adının henüz sözlüklere girdiğini sanmıyorum. Hızır gibi derler ya kimi insan için, öyle değildi, çünkü Hızır gibiler çok sıkıştığında görünürler ve derman olurlar derde bilindiği gibi; oysa o öyle değildi, dara düşmeme gerek yoktu yardım eli için, dara düşmeme engeldi çünkü…

İtfaiyedeki nöbeti hafta sonlarına geldiği vakit, ben de giderdim onunla. Alırdım yazılı kağıtlarını, farklı bir ortama atardım kentimi. Kamp hayatı gibiydi onlarınki. Bir tam gün boyunca iş yerinde oldukları için, yatakhanelerinden mutfaklarına kadar tüm ihtiyaçları vardı binada. Onların ayrı bir yaşam alanıydı orası. Gündüzleri voleybol oynarlardı ve oynarken çalan siren sesiyle nasıl aniden araçlara doluşup o kadar kısa sürede nasıl hareket edebildiklerine şaşardım. Teksas Murat gelirdi yanıma yazılı kağıtlarını okurken. İri yarı, son derece konuşkan, tribünden yetişme, fanatik bir Bursaspor taraftarıydı.

“Hoca yardım edeyim mi?” derdi, der demez gülmeye başlardı kahkahayla, sonra yanıma oturur, sorulara göz gezdirir, durmadan konuşur, anlatırdı. Şinasi Abi gelir, “meşgul etme hocayı” der, almaya çalışırdı onu başımdan ama nafile, anlatacakları bitmeden kalkmazdı Teksas…

Bir köy öğretmenine köy insanı ne kadar yakınlık gösterirse o kadar yakınlık göstermişti bana o insanlar da, belki fazlasıyla. Ama onun yakınlığının altında geçmişin buruk izlerinin olduğunu zamanla anladım. Anlatınca.

Öğretmen Okulu’nu kazanmış Çanakkale’deki. Orada okurken Bursa’daki okula geçiş yapmak istemiş, kabul etmişler. Çanakkale’den kaydını almış Bursa’ya gelmiş. Okula varmış ki, bunu okula almıyorlar. Nedendir, nasıldır diye araştırınca işin altında yatan çapanoğlunu buluyorlar. Dönem 12 Eylül Karanlığı… Buna kin besleyen biri okula bir ihbar mektubu yazıyor. “Şu kişi, komünisttir, Çanakkale’de şöyle olaylara girişmiştir vs…” Okula kaydını yaptıramadığı gibi, Çanakkale’ye de dönemiyor. Kalıyor ortada. Gidiyor İtfaiye’ye başvuruyor, orada işe alınıyor.

“Peki,” dedim,” O mektubu yazan kişi? Öğrendin mi kim olduğunu? Buldun mu?”

“Bulmam mı… Çok fena dövdüm. Ama ne fayda, olan olmuş bir kere.”

**

“Hadi” dedi, Ayşe Abla, “çayını soğuttun öyle elinde, ver yenisini koyayım…” İrkildim, verdim bardağı.

“Siz tanışıp evlendiğinizde, itfaiyede miydi Şinasi Abi, şu öğretmenlik olayı kapanmış mıydı tamamen?”

“Ohoo çoktan. Yeni hayatında varım ben onun. Eski hayatını bitirivermişler garibimin. Seni ondan çok severdi işte. Hem üç kızı oldu, hiç oğlan olmadı ya ondan, hem de gençliğini görüyordu sende, sen onun öğretmen olmuş haliydin.”

“Evlatlığım diyordu demek, ben bilmiyordum bunu…”

Nine söze karıştı;

“Benim damat kızlarından sonra seni severdi evlat gibi. Evlatlığım yukarı evlatlığım aşağı! Yok oğlum aradı bugün, yok oğluma yağ, zeytin ayarlayın, yarın o tarafa gidecek var, göndereceğim. Hep öyle, ya evlatlığım, ya oğlum…”

“Hele o havlu” dedi, Ayşe Abla, “Oğlum havluyu bana bıraktı, kimse dokunmasın deyip kızlara takılırdı bütün gün…” dedi, sözünü bitiremedi, boğazı düğümlendi.

**

Ölümünden bir ay kadar önce Bursa’ya okul gezisi yaptık. Akşam saatlerinde bir boşluk yarattım, bir-iki saat görüştük. Kalkıp köyden geldi yine beni görmek için. Oturduk, sohbet ettik. Sıkıntılıydı. Kızlarının geleceğiydi tek kaygısı. Tek isteği kızlarının okumasıydı. Büyük ve ortancadan okul konusunda ümidini yitirmiş gibiydi. Ama küçük kızdan, Kübra’dan çok umutluydu. İyi bir liseyi kazanacağını, sonrasında da üniversiteye gideceğini düşünüyordu. Bunu çok istiyordu.

Beni arkadaşlarım almaya geldiklerinde alelacele kalktık. Arabasıyla beni alacak diğer arabanın yanına gittik. Hazırladığı yağları, zeytinleri verdi yine. O telaşta arka koltukta bir havlu unuttum. Bursa’da bize hediye edilen bir havluydu. Beyaz, Bursa işi ipek bir havlu. Döndüğümde telefon açtı bana;

“Şefim, havluyu unutmuşsun arabada” dedi.

“Sorun değil abim, sana armağanım olsun, sende kalsın,” demiştim.

 

Ölüm haberini aldığım gece araba kullanıyordum. Köyden arayan, bana ilk yemeğimi getiren Fethi Abi’ydi.

“Şu an neredesin Hocam?”

“Yoldayım abi.

”Arabada mısın?”

“Evet?”

“Sen mi kullanıyorsun?”

“Evet abi ne oldu?”

“Sağa çek hocam arabayı…”

“Tamam çektim abi, söyle…”

“Şinasi, bugün kullandığı traktörün altında kaldı. Başımız sağolsun…”

Hani, filmlerde falan, zaman durur, görüntü donar, her şey kımıltısız bir hal alır ya, işte o oluyormuş gerçekten. Hatta uzunca bir süre öyle kalıyormuş. Sonra bir sarsıntı. Hem sen sarsılıyorsun, hem her şey. Ne zaman duracağı belli olmayan kocaman bir sarsıntı. Her şey berbat olmuş ve sen hiçbir şey yapamıyorsun…

O halde araba kullanamayacağımı bildiğim için otobüse atladık, sabah köydeydik. Sanki bütün köyler, ilçeler oradaydı. Kentin eğitim camiası da oradaydı. O öğretmen olamamış ama sınıf ve okul arkadaşları öğretmen, şube müdürü, milli eğitim müdürü, hatta milletvekili olmuşlardı. Ve gelmişlerdi cenazeye. Eve koştum hemen. Tabut avluda, oracıkta duruyordu. Üniversite hastanesinin morgundan alınmış, cenaze namazı öncesi eve getirilmişti. Başında eşi, kızları, yakınları sessizce ağlıyorlardı. Sessizce. Beni görür görmez sessizce ağlayışları yerini, yüksek sesle haykırışlara bıraktı. “Oğlu da geldi” diye hıçkırdı Ayşe Abla. O sırada tabutu götürmek için yüklendikleri anda “Durun” dedi, evin içine girip kayboldu, bir dakika içinde geldi, elindeki beyaz havluyu tabutun üstüne attı;

“Oğlunun havlusuyla defnedin…” dedi.

Yapabileceğim tek şey, yakınımda beliren çocuklarına sarılmak ve ağlamaktı.

Çocuklarını bırakıp gitmişti. Günlerden 23 Nisan’dı…

**

Ayşe Abla gözlerini ovuşturdu, çay koymaya gitti. Zaten çayı en çok bu yüzden sevmez miyiz? İçmek için değildir yalnızca, kaçmak içindir, sığınmak içindir, ısınmak içindir, dertleşmek içindir. Çay koymak bazen bir özür dileme biçimidir, bazen seviyorum demek içindir.

Sabahına ayrılırken evden, Kübra’ya sarıldığımda dedim ki;

“Üniversiteyi de kazanıp okuyacaksın ve baban seninle gurur duymaya devam edecek.”

 

Aradan yıllar geçti.

Büyük kızının evlendiğini ve o güzelim torunlarını göremedi.

Ortanca kızının evlendiğini de göremedi.

Kübra ise liseyi bitirdi, üniversiteyi kazandı. İki yıl içinde fakültesini bitirecek ve onun mezuniyet töreninde kepini havaya fırlatırken, o güzel insanı hissedeceğiz yüreğimizde.

Bense…

3 yaşında biyolojik babasını, 34 yaşında manevi babasını kaybetmiş biri olarak her 23 Nisan’ı tuhaf, tarifsiz bir acıyla geçirmeye devam edeceğim…