Küçüklüğümüzde izlediğimiz Amerikan filmlerinde, neredeyse her erkek oyuncu birbirlerine “Hey, dostum!” diye sesleniyordu ve biz herkesin birbiriyle dost olduğunu sanıyorduk.
Yeşilçam filmlerinde ise eşini aldatan adamın “dostu” vardı, ya da biriyle “dost hayatı” yaşıyordu ve bizim kafamız karışıyordu.
“Dost acı söyler” başlıklı kompozisyonlar yazdırılıyordu Türkçe derslerinde. Bize hayata tutunmamızı öğütleyenler “Aman dikkat et” diyorlardı, “düşenin dostu olmaz!”
Ne zaman iyilik yapan birini görsek başkaları kulağımıza fısıldıyordu: “Dostlar alışverişte görsün!”
Zaten “dostluk başkaydı, alışveriş başka…”
Otuz yıllık dost olduklarını söyleyenlere imreniyorduk ama hemen kulağımız çekiliyordu: “Verme sırrını dostuna, dostunun da dostu vardır!”
Bıyıklarımızın yeni terlediği yıllarda dostumuz saydığımız arkadaşlarla kahvehaneye gidiyor, “dost kazığı” oyunu oynuyorduk iskambil kâğıtlarıyla. Gerçek hayatta yiyeceğimiz dost kazıklarına bir yıldız uzaklığındaydık o zamanlar.
“Dostum dostum güzel dostum/ Bu ne yaman çizgidir bu” sözleriyle şarkılara eşlik ediyor, hangi çizgilerde hangi çelişkilere düşeceğimizi, bizi hangi dengelerin çıldırtıp hangi yanımızın yaprak dökeceğini henüz bilmiyorduk.
Herkesin arkadaş olabileceğini ama dost bulmanın zor olduğu konusunda ahkâm kesiyor, gurbetten “dostlara” yazdığımız mektupları “hoşça kal” değil de “dostçakal” diye imzalıyorduk.
Bir yandan “yârin yanağından gayri” her şeyi paylaşabileceğimiz dostlar arıyor, bir yandan Aristo’nun “Dostlarım! Dünyada dost yoktur!” sözünü bilgiççe dilimize pelesenk ediyorduk.
Ülkelerin birbirleriyle nasıl hem dost hem müttefik olabileceği konusuna kafa yoruyor ama “Düşmanımın dostu dostumdur” anlayışına bir türlü aklımız ermiyordu.
 
Büyüdük sonra…
Ne kadar az yol aldığımızı, ne kadar aslında yolun başında olduğumuzu görünce çevremize bakındık dostlarımızı görmek için.
Kimi çoktan başka yola geçip ayrılmıştı bizden, kimini yolun beklenmedik bir yerinde sonsuzluğa uğurlamıştık.
Yıllar boyunca “dost dost diye nicesine sarılmış”, kala kala bir iki dost kalmıştı sarılacağımız.
O zaman anladık “kadim dost” olmanın ne olduğunu, genelde kadınların dostlarına neden “ahiretliğim” dediğini…
Dostluğun, yolculuğun neresinde rastlaşırsak rastlaşalım, aynı yolu tüm tümseklerine rağmen birlikte, yan yana yürümek olduğunu o zaman anladık. Yolda yerlere yuvarlanarak birbirimizle dövüşsek de, ağız dolusu küfürler etsek de, başımızı öne eğip kendi dünyamıza çekilsek de, o yolda, o dostla yürümekten vazgeçmemek olduğunu büyüdüğümüzde anladık.
Yanında yürüdüğümüz kişinin başına ne gelirse gelsin, hayatı ne kadar alt üst olursa olsun, ne kadar radikal kararlar alırsa alsın, gerekirse onunla kavga ederek ama yanında yürüyerek yol almak olduğunu dostlarımızı kaybede kaybede anladık.
Kaybettiğim dostlarım olduğu gibi yolun yarısında birbirimizi bulduğumuz yeni dostlarım da oldu bugüne değin. “Kadim” olmak zamanla sınırlı bir şey değildi çünkü.
Dostlarım sağ olsunlar gerektiğinde hep “acı” söylediler, ama her düştüğümde dostum vardı elini uzatan.
Dostlarım sadece alışverişte göstermediler kendilerini, sırrımı verdiğim dostlarım bu sırrı başka dostlarla paylaşmadılar.
Düşmanımın dostu dostum olmadı hiçbir zaman, yediğim kazıkları atanların artık dostum olmadığı gibi.
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey” varsa eğer, o da dostluğun ölçü biriminin zaman değil emek olduğudur.
Bu yazı da üzerimde emeği olan ve aynı yolda yürüdüğüm bir dostumun dünyaya gözlerini açtığı güne, doğum gününde bir dost selâmı için yazılmıştır.
Çünkü tüm dostlar bilir ki, bir yanımız yaprak dökerken bir yanımız bahar bahçedir bizim…