Kendi adıma iyi değilim.

Etrafımda iyi olan, kendini iyi hisseden bir insan da göremiyorum. Son 3 yıldır giderek zorlaşan, tatsızlaşan, zaman zaman kabusa dönüşen hayatlar.

Önce pandemi. Ardından gelen ekonomik zorluklar. “İnanmıyorum, inanmak istemiyorum” tepkileri eşliğinde yapılan sosyal medya gezintileri. İrili ufaklı maruz kaldığımız sayısız travma.

Son olarak da çok ama çook büyük bir deprem.  Büyüklüğü inkar edilemeyecek bir felaket, afet.  Felaketle baş etme yöntemleri, yöntemsizlikleri. Bir fazla can kurtarabilmek adına herkesin kendince, imkanları ve kapasitesi ölçüsünde yaptıkları, yapamadıkları. İçine düşünülen çaresizlikler, uykuların kaçtığı, yatakların battığı, sıcakların üşüttüğü, lokmaların, yudumların, sözlerin düğümlenip kaldığı günlerden ve gecelerden geçtik. Acılıyız, yaralıyız.  

Nasıl sağaltılacak yaralarımız? Biz nasıl iyileşeceğiz?

Bir toplum nasıl iyileşir? Nasıl sarar yaralarını? Nasıl yeniden güvenir hayata? Nasıl barışır hayatla?

Benim bulabildiğim cevaplar;

Bir araya gelerek, dayanışarak, yalnız olmadığını hissederek, söyleşip dertleşerek, yerine göre ağıt yakıp acısını dışa akıtarak, efkarını dağıtarak, dikkatini başka şeylere yöneltip odağını acısından uzaklaştırarak, sarsılıp alt üst olan hayatta, eskisi gibi normal akışında devam eden bir şeylerin aslında hala var olduğunu fark ederek, onlara tutunarak, sahip çıkarak, onlardaki neşe, sevinç, coşku kırıntılarını bulup çıkartarak, o minnacık güzelliklerden yeni umutlar yeşerterek, o umutlar sayesinde devam etme cesaretini yakalayıp, yüzünü yarına çevirip yavaş yavaş yavaş iyileşir insanlar, toplumlar.

Peki, buysa ilaç, bir araya gelmekse, beraber olmaksa iyiden iyiye yalnızlaştığımız, bireyselliğin ve bencilliğin tavan yaptığı bir çağda nasıl bir araya geleceğiz bizler? Eğri oturup doğru konuşalım, sosyal varlıklarız. Fabrika ayarlarımızda tek başınalık yok. Diğerleri var, diğerleri varsa bir anlam var. Anlam varsa insan var, yaşam var. 

Ekranlar ne ölçüde bir araya getirebilir bizi? Ses buluşmaları ne kadar giderebilir yalnızlığımızı? Fiziksel olarak bir araya gelmemizin yerini hangi uzaktan buluşturma teknolojisi tutabilir ki? Simülasyon? Belki, ama ona daha zaman var.

Tam bu noktada, işimize yarayacak bir şeyler bulma amaçlı geçmişe bakabiliriz bence. Kadime danışabiliriz. Yanıltmaz bizi. On binlerce yıldır, kim bilir kaç felaketi atlayıp bugüne kadar gelmiş atalarımız bir şeyler biliyor olmalılar.  Her şeye ama her şeye rağmen vazgeçmedikleri gelenekleri olmuş mesela.  Bir araya gelmelerine vesile olacak birçok etkinlik bulmuşlar. Duruma göre adına tören demişler, bayram demişler, festival, şenlik, düğün dernek, cenaze, yuğ, anma demişler.  Her durumdan bir araya gelme bahanesi icat edip gelenek görenek oluşturmuş, onları da ısrarla yaşatmışlar. Kimliklerinin bir parçası yapmışlar. İnsanın temel ihtiyaçlarının hava, su, gıda, barınma, güvenlik vb. ile sınırlı olmadığının bizden daha fazla farkındaymış bu kadim bilgelik. 

Sosyoloji, sosyal psikoloji gibi konulara daha yenilerde bilim adını verip akademik disiplin haline getiren bizler, bu bilimlerin adını bile duymamış olan atalarımızdan epeyce gerideyiz anlaşılan. Neden mi?

Nevruz’u kutlamamak mesela, ya da bizim yerel ölçeğimizde örneklersek Mesir’i saçmamak.Eni sonu ateş yakılıp üzerinden atlanacak. Gelen bahar selamlanacak. Bahar bahane, buluşmak şahane. Bir araya gelinip birlikte gülünecekse gülünecek, ağlanacaksa ağlanılacak. 

Özü bu ölçüde saf, temiz, güzel olan ve çok geniş bir coğrafyaya yayılmış Nevruz gibi köklü bir geleneği pas geçmek nedir, gerekçe ne olursa olsun.

Aynı şekilde Mesir. 

3 yıldır saçılmıyor. Galiba bu yıl karılmadı bile. Geleneğe göre, 21 Mart’ta Nevruz’la birlikte karılıyordu. Karılmadı. Karılmamasından öte, ne denli önemsenmiyor olmalı ki, konuyla ilgili bir açıklama bile yapılmadı. 
Hadi ilk yıl, pandemi, bulaş riski filan diyelim -ki demeyelim. Buna rağmen bile, daraltılmış, gerekli tedbirler alınmış bir yerde, sınırlı sayıda insana hitap edecek şekilde, sembolik bir saçım töreni pekala yapılabilirdi. Yapılmalıydı. İşgal yıllarında, varlık yokluk mücadelesi verdikleri Kurtuluş Savaşı’nda bile geleneğini yaşatma gayreti gösteren Ata’larımıza borcumuzdu bu bizim. Her yıl bir bahanesi bulundu saçılmadı. Bu yıl henüz belirsiz. Yetkililerimiz ne düşünüyor, ne yapacaklar? bilmiyorum. Bu yıl da “deprem” deyip saçmazlar belki. 

Mesir Festivali’ni şarkı, türkü, konser, eğlence, vur patlasın çal oynasın formatında düşünüyorsak eğer elbette yapmayalım. Ama Mesir bu değil. Ne olduğunu anlatmaya girişecek değilim.  Bu festivalinin özünün ne olduğunu Manisa’da yaşayan herkes biliyor.

Mesir, Mesir Saçım Töreni’dir.  

Bu tören önemlidir. Tek başına bu olsun yapılmalıdır. Bizden önceki kuşaklar, her ahval ve şerait altında yılmadan o kubbelerden, o macunları saçtıkları için 500 yıla yakın yaşamış, gelenek olmuştur. Manisalı’nın genine işlemiş, kimliğine kaydolmuştur. Manisalı her gittiği yere hediye mesir götürür, unutursa, ziyaretine gidilen kişilerce hatırlatılır. Yani sadece Manisalılar tarafından benimsenmiş değildir. Ha bir de dükkandan alınmışı değil, kapılmışı makbuldür. 

Bir kentin kimliğiyle bu kadar özdeş, iyi, güzel ve yaşatılası bir değerden bu kadar kolay vazgeçilmemeli. Kaldı ki Mesir saçımı, insanları, büyük kalabalıkları coşkuyla bir araya getirme kapasitesine sahip eşsiz bir etkinliktir. 

“Yanı sıra illa bir şeyler daha yapalım deniliyorsa”, geliri depremzedelere aktarılacak pek çok anlamlı etkinlik eklemlenebilir. 
Öte yandan kent ekonomisi için de önemlidir Mesir. O vesileyle iç turizm hareketlenir ve Manisa esnafı bundan nasiplenir. Bu herkesçe bilinen gerçekleri dile getirmek bana düşmeseydi keşke. Ama baktım ki, bu konuda konuşan yok, meydan boş. Ee, meydan boş bulununca konuşulur. Konuştum ben de. Ve umarım biraz havanızı değiştirmişimdir.

Şimdi nasılsınız?

Not:”İnsanın fabrika ayarları” ifadesi Nörobilimci Prof. Dr. Sinan Canan’dan alıntıdır.