Bizler eski yıllarda ne kadar tok gözlü ne kadar paylaşımcı ne kadar hoş görülüydük.

Sokakta elimizdekini arkadaşımızla paylaşırken, evde komşunun neye ihtiyacı varsa gidermeye çalışırdık.

Komşu evler evimiz, sokaklar ve arsalar sınırsız hayallerimizin bahçeleriydi.

Uzun kış geceleri komşu gezmelerinde, sobada demlenen çayın yanında ceviz, yemiş, kuru üzüm yerken... Anlatılan hikayelerin hayal denizinde uykuya dalmak... Kış sabahları sobada, mis gibi kızarmış ekmek kokusuyla kahvaltıya uyanmak ne büyük saadetti. 

Kışın bir evin bacası tütüyor, çatısı akmıyorsa, insanın karnı tok, sırtı pekse bu en büyük zenginlikti...

Küçük şeylerle mutlu olmayı biliyorduk.

Komşunun odunu bitmişse, bir çuval odun vermek ne büyük huzurdu.

Tabane'de uzun kış geceleri, uzaktan duyulan; "Boo... zacııı ! Boo... zaa !" sesi nasıl da sevinç verirdi.

O bozanın tadı sanki bir başka güzeldi...

Bazı geceler Yeşil Ahmet'in içli kaval sesiyle uykuya dalarken; gecenin bir vakti Adem bekçiyle Mustafa bekçinin, uzun uzun çalan düdük sesiyle uyanıp, o sese eşlik eden köpek havlamalarını dinlerken, güven içinde olduğunu hissetmek...

Kışın saçaklardan sarkan buz kılıçlarını kırma yarışı yaparken o çocukluk yılları hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu.

Babam bir şeye şükrederken her duasının sonunda "Allah'ım bana bir ver, komşuma bin ver." diyordu.

O yaşlarda bu duaya içerliyordum, bir gün dayanamadım.

-Neden bize bir komşuya bin?

Allah bize de bin versin! " diye sorunca babam; "Kızım Allah'ın verdiği bir, komşudaki binden kıymetlidir. Çünkü Allah o nimeti bize layık görmüştür. Bundan büyük lütuf olur mu?" demişti. O zaman bu cevabı pek mantıklı bulmamıştım.

Yıllar geçtikçe o duanın anlamını ve değerini öyle iyi anladım ki...

O zamanlar mevsimler bile çok güzeldi.

İlkbahar, yaz, güz, kış mevsimlerini dolu dolu yaşıyorduk.

Hele o Mesir Şenlikleri, sergiler, panayırlar...

Yazlık, kışlık sinemalar, tiyatro kumpanyaları...

Yaz akşamları kapı önü sohbetleri...

Yemyeşil, şirin Manisa'yı şefkatli bir ana gibi sarmış Spil Dağının eteğinde, unutulmaz güzelliklerle dolu o çocukluk yıllarında hepimiz mutluyduk...

Çünkü bir topaç, bir avuç bilye, beş taş, kaydırak, dokuz kiremit, acıkınca bir dilim salçalı ekmek... Her köşe başında su içtiğimiz çeşme, ağaç kabuklarından yaptığımız mızıka, düdük...

Bir külah dondurma, arada bir macun, elma şekeri, horoz şekeri, leblebi tozu, bizim en büyük mutluluğumuzdu...

Ne kadar basit şeylerde ne büyük mutluluklar yaşıyorduk.

Şimdi o günleri hatırlayınca;

Sahi mutluluk neydi? diye sordum.

Gerçekten mutlu olmak için önce kanaat ve hoşgörüye ihtiyacımız var.

Çokça da şükre...

Emanetçisi olduğumuz nimetlere ne kadar şükretsek azdır.

Geçmiş yılları buruk bir gülümsemeyle yadederken geleceğin daha güzel olacağı umuduyla huzur duymak da şükürle mümkündür...