İlkokul 4. sınıftayız. Yeni bir öğrenci geldi sınıfa. Başka bir kentten geldi, henüz görmediğimiz, dediklerine göre ülkenin en büyük kentinden. Sen geldin… İstanbul ete kemiğe büründü seninle. Böyle bir şehir varmış demek ki dedik. Sadece kitaplar

 

İlkokul 4. sınıftayız. Yeni bir öğrenci geldi sınıfa. Başka bir kentten geldi, henüz görmediğimiz, dediklerine göre ülkenin en büyük kentinden. Sen geldin…

İstanbul ete kemiğe büründü seninle. Böyle bir şehir varmış demek ki dedik. Sadece kitaplarda yazdığı için değil, böylesine güzel mavi gözlü insanlar yaşadığı için de kesin var demek ki böyle bir yer diye düşünmüştüm çocuk aklımla. Sen varsan İstanbul da var demek ki. İstanbul varsa sen olduğun için var.

İstanbul çekingen bir şehir diye düşünmüştüm ilk günlerde. Sessiz, gösterişten uzak, dış dünyaya olabildiğine kapalı, kırılgan bir yerdi İstanbul. Sen öyleydin çünkü. Öyle yapmaz mıyız zaten hep. Bir İngiliz turiste rastlarız okul gezisinde, bütün İngiltere o kişidir bizim için. Sevmezsek onu İngiltere’yi de sevmeyiz. İngilizler soğuk insanlar arkadaşım diye ahkâm kesmeyi de ihmal etmeyiz. Bir Rizeli vardı sınıfımızda, çaycı diye lakap uydurmuştuk çocuğa. Sana ne zaman baksam İstanbul geliyordu gözlerimin önüne. Sen bu kadar güzelsen İstanbul da o kadar güzeldi herhalde. Sen böyle sessizsen İstanbul’un huzuru hiçbir yerde yoktu demek ki. Sen öyle yalındın ki, İstanbul yaşanılacak en güzel yerdi. Oysa yıllar sonra İstanbul’u anlatanın yalnız gözlerinin maviliğinin olduğunu anladım. Anladığımda sen benim kentimde ben İstanbul’daydım…

Çocukluk işte… Her teneffüste bahçede koşuşturmalar, sınıfta yan yana gelme çabaları, okul müsameresinde birlikte oynamalar, fotoğraf karelerine ikimizden başkalarını almama mücadeleleri… Keşke bütün mücadelemiz bundan ibaret olsaydı…

Büyüdükçe okullarımız ve yollarımız ayrılacağına daha çok kesişti. Aynı ortaokul, aynı lise, hele lisede aynı sırayı paylaşma… Çocukluktan uzaklaşıp genç olduğumuz yaşlarda artık biliyordum İstanbul’u ve İstanbul’un senden ne kadar farklı olduğunun ayrımına varmıştım. Okulun İstanbul gezisinde gözlerimin hep senin üstünde olduğunu hatırlıyorum. Bu tarihten, bu kültürden, bu boğazın maviliğinden, bu Dolmabahçe’den, bu Topkapı’dan, bu artık iç içe geçmiş, hangisi nerede belli olmayan yedi tepenin birinden sıyrılıp benim taşra sırama gelmiştin sen. En büyük hayalimi kuruyordum o vakitler. Seninle İstanbul’da yaşamayı hayal ediyordum. Birlikte İstanbul’da bir üniversiteyi kazanacağız ve bu şehirden bir daha ayrılmayacağız. Hayatımda ve hayalimde senden ve İstanbul’dan başka bir şeye yer yoktu. Lisenin ilk yılında başlayan duygusal yakınlaşmamız son sınıfta öyle bir raddeye varmıştı ki, ne sen bensiz ne ben sensiz yapamayacağımızı düşünüyorduk. Gençlik işte…

Sürekli aynı şarkıyı dinliyorduk o günlerde:

“Salkım salkım tan yelleri estiğinde 
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle 
Uzaktan seni düşünür düşünürüm 
İstanbul”

İstanbul bizi bekle diye coşkuyla bağırıyorduk, bekle bizi İstanbul…

“Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi

İstanbul”

O kadar odaklanmıştık ki hedefimize, İstanbulsuz bir gelecek düşleyemiyorduk. Dünya bir ülke olsaydı başkenti olacak şehir bizim geleceğimiz olacaktı.

“Boşuna çekilmedi bunca acılar

Büyük ve sakin Süleymaniye’nle bekle

Parklarınla köprülerinle meydanlarınla

Bekle bizi İstanbul”

Bir gün şarkının sözlerini yazan Vedat Türkali’nin kitabını getirmiştim okula; “Bir Gün Tek Başına”… Kitabın sonlarına doğru bir sayfasını açtım ve “bak” dedim, “şiirine bu romanda yer vermiş, Günsel şiiri okuyor ve Kenan soruyor ‘Tanımış mıydın bu adamı?’ diye, o da ‘Cezaevinde görüşmede ağabeyim uzaktan göstermişti bir gün’ diyor.”

Sen ne Vedat Türkali’yi biliyordun, ne şiiri onun yazdığını, ne de “Bir Gün Tek Başına” romanını… O yüzden açlıkla sarılmıştın kitaba ve benim gibi bir solukta bitirmiştin. Armağan etmiştim sana romanı ve ilk sayfasına “Bir gün bile seni tek başına bırakmayacağıma söz veriyorum” diye yazmıştım.

Üniversite sınav sonuçları açıklandığında, hayal kırıklığı bizi bekliyordu. Ben elde etmiştim senin kentinde okuma şansını ama sen benim kentimde kalmıştın. Gitmek istemedim ve sonraki yıl birlikte tekrar sınava girip kazanacağımızı söyledim ama sen direttin gitmem için. “Sen git, ben seneye yanına geleceğim” dedin. Dinledim seni, çocukluğunun ilk yıllarını yaşadığın kente gittim, bir gün senin de geleceğin umuduyla…

Fakülteden çıkar çıkmaz seninle konuşmayı düşlüyordum. Ne internet vardı o zaman ne cep telefonları; yıllar ölçüsünde yakın ama zaman bakımından çağlar öncesi bir aşktı bizimki...

Öğrenci evimin telefonundan sana ulaşmak günün yorgunluğunu atmak demekti. Sesinin tınısıyla dinleniyor, sözcüklerinle besleniyordum. Dakikalarca seninle konuşmak, aynı zamanda özlemimi arttırıyordu.

Dünyanın en güzel ve Türkiye’nin en büyük şehrinde yapayalnız ve çıplak hissediyordum kendimi...

Düşlerimde seninle yolculuk ediyordum sürekli, başka ülkelere, başka kentlere götürüyordum seni. Cennete götürüyordum.

Bilmiyordum ki o zaman,  her yolculuk özveri ister, engelleri aşmak ister, bilmiyordum ki cennete giden yol bile mezarlıktan geçer…

Gelmedin…

Gelmedin yanıma ve ben her seni görmeye geldiğimde, her yanında olduğumda daha çok uzaklaşıyorduk birbirimizden. Ben seni bir gün bile tek başına bırakmamaya söz vermiştim ama gün geldi sen beni bıraktın tek başıma…

Bir tiyatro sahnesidir hayat… Hani Çehov der ya; “oyunun başında sahnede bir tüfek varsa, o tüfek oyunun sonunda mutlaka patlamalıdır.” İşte bizim sahnemizde de bir tüfek vardı en baştan belki, ben görmedim, sen görmedin, kimse görmedi; ama o tüfek ateş aldı ve bizim oyunumuzu bitirdi.

Yıllar öncesine baktığımda, bu bitmeyecek gibi görülen aşk da –her aşk gibi- bitti ve küllendi. Seninle gecelerimiz bitmez, hayallerimiz bitmez, hayatımız sonlanmaz derdim, ama her aşk gibi bu da bitti işte yıllar önce. Savrulduk başka hayatlara.

 Yıllar sonra şimdi, bana hem uzak, hem yakınsın,

Ben senin kentindeyim,

Sen benim kentimde…