İstasyona gitmiş, çay bahçesinin raylara bakan kısmındaki bir masaya oturmuş, çayımı söylemiştim. Raylara bakınca Anna Karenina geldi tabii aklıma. Tolstoy’un başyapıtındaki Anna, yasak aşkı Kont Vronsky ile bir tren garında tanışmış ve tutku dolu bir hikâyenin acıklı sonunda kendini tren raylarına atarak hayatına son vermişti. Roman birkaç kez filme çekilmiş, benim aklımda ise Sophie Marceau’nun ölmeden önceki bakışları kalmıştı. Sanki onu görür gibi gözlerim raylara takıldı kaldı. Sonra romanın o başlangıç cümlesini hatırladım:
 
“Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.”
 
Kimi romanlar, başlangıç cümleleriyle edebiyat tarihine geçmiştir. Herkesin bildiği, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanının başlangıç cümlesi gibi:
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”
Raylara bakıp Anna Karenina’nın mutsuz aşkını hatırlayınca ise benim aklıma, Marquez’in muhteşem romanı Kolera Günlerinde Aşk’ın başlangıç cümlesi geldi:
“Kaçınılmaz bir şeydi: Acıbadem kokusu ona mutsuz aşkların yazgısını anımsatırdı hep.”
Bir de Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanının başlangıç cümlesini çok etkileyici bulurum: “İntihar etmeyeceksek içelim bari.”
Bir de Kafka’nın Dönüşüm…
 
Neyse, bu böyle sürüp gider. Roman cümlelerinden sıyrılıp raylara baktım tekrar, Sophie Marceau gitmişti.
Tren garını – ki dilimiz daha çok istasyon demeye alışmış- oldum olası severim. Eski istasyon binası, peronlar, banklar, raylar, rayların yanında uzanan ağaçlar bana her zaman mistik gelmiştir. İlk gençliğimizde arkadaşlarımızla buraya sıklıkla gelir, tavla veya okey oynar, sohbet ederdik. Günümüzde de buradaki çay bahçesine daha çok gençlerin geldiğini görmek mutlu ediyor beni.
Biz gençler tabii daha çok Fatih Parkı’na giderdik, rahatlıkla geçen yüzyıl diyebileceğimiz bir zaman öncesinde. Akıllı telefonların esiri olmadığımız yıllardı, şehirde bu denli bir kalabalık, trafik, koşuşturmaca yoktu, zaman daha yavaş akardı ve biz cebimizdeki küçük harçlıklarımızla Fatih Parkı’nda birbirimizi bulurduk.
Şimdiyse beni bu gardaki kafeye çeken şey, mistik ortamı kadar, şehrin gürültülü caddelerinden, döner ve çiğ köfte kokularından uzakta olması; şehrin sanki değişmemiş olduğu yanılsamasını bana yaşatması. Zaman burada yine yıllar önce olduğu gibi akıyor çünkü: yavaş, huzurlu. Burasının kendine ait yaşam döngüsü var. Bu döngü, dış etkenlerden etkilenmeden kendi düzeni içinde yaşamaya devam ediyor. İstasyonun saati sanki bina yapıldığından beri hep aynı saat, hiç onarılmamış, bakıma ihtiyaç duymamış, simitçi aynı simitçi sanki, banklar aynı bank. Sürekli buraya gelip oturduğunuzda, trene binen ve trenden inen insanları da birbirine benzetmeye başlıyorsunuz. Tolstoy’un cümleleri takılıyor aklınıza; “bütün mutlu aileler birbirine benziyor” ve “mutsuzlukları kendine göre olan” insanların da mutsuzluk nedenlerini düşünmeye çalışıyorsunuz.
 
Bir tren yanaşıyor istasyona, bütün haşmeti ve gürültüsüyle. Zebercet’in beklediği “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” düşüyor aklıma. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni yazdığı dönemde ve sonrasında ve öncesinde tabii, bu istasyondan nice yolculuklara çıktığını düşünüyorum. Sözgelimi, Balıkesir’e lise okumaya giderken de bu istasyondan trene binerek çıkmıştır yolculuğuna. Eve dönerken, artık Anavatan Apartmanı olan Anayurt Oteli’nin önünden geçeyim diye düşünüyorum.
 
Garda otururken hep aklıma gelen şey yine aklıma düşüyor: Atatürk’ün Manisa’ya gelişinin kutlamalarının burada başlıyor olması. Her 10 Ekim’de tören burada başlıyor ve Cumhuriyet Meydanı’nda devam ediyor. Oysa yanlış günde kutluyoruz Atatürk’ün Manisa’ya gelişini. Atatürk Manisa’ya ilk kez 10 Ekim 1925’de gelmedi, 26 Ocak 1923’de İzmir’de biten Anadolu gezisinde uğradı. İstasyonda biraz dinlendi. Kentin belediye başkanı ve bazı ileri gelenler tarafından ağırlandı, hatta yakındaki meydanda yapılan cirit oyunlarını seyretti. İstasyonda toplanan halka da küçük bir konuşma yaptı. Fakat bu ziyaret resmi bir ziyaret olmadığı için Cumhuriyet’in ilanından sonra yapılan resmi ziyareti kutlama vesilesi yapıyoruz. Bu konuda okuduklarımı ve gördüğüm fotoğrafları hatırlıyorum.
 
İkinci çayımı da içtikten sonra ayrılıyorum istasyondan. Gazi İlkokulu’nun yanından yürüyerek Anavatan Apartmanı’nın önüne geliyorum. Apartmanın adının yazılı olduğu tabelaya iç çekerek bakıyorum. Kız Meslek Lisesi’nin karşısından Fatih Parkı’na giriyorum. Parkta yürürken bu şehirde şehzadelik yapmış, benim adım attığım yerlerde yürümüş Fatih Sultan Mehmed’i düşünüyorum ve onun Avni mahlasıyla yazdığı şiirlerini.
Parkı Cumhuriyet Meydanı’na bağlayan merdivenleri çıkarken Avni’den bir beyit mırıldanıyorum:
 
Bu fani dünya için değmez kuru kavgaya
Ecel ki bu dünyanın ziyanını kasdeder

MANİSA GÜNCESİ-2 (OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ)