Saruhan Park’ta kitap okuyorum: Nedim Gürsel’in Yedi Dervişler kitabı. Nedim Gürsel’in birçok romanını okudum, çok sevdiğim bir yazardır. En çok Resimli Dünya romanını sevmiştim. Venedik’te geçen romanı okurken, bir yandan Venedik haritasını açmış, hikâyenin içinde kaybolurken yazarla birlikte Venedik sokaklarında dolaşmıştım. Nedim Gürsel, gerek romanlarında, gerekse diğer kitaplarında kentlerin dokusunu çok iyi aktaran bir yazar. Yanımda Yedi Dervişler kitabının olma sebebi de, içinde Manisa’nın olması. Bu kitabı daha önce okumuştum. Anadolu dervişlerinin hikâyelerini anlattığı bu kitapta Mevlana’dan Hacı Bektaş’a, Kaygusuz Abdal’dan Merkez Efendi’ye dervişlerin hikâyelerini okurken bir yandan da Konya’dan Bursa’ya, Manisa’ya, kentlerin içinde bir gezintiye çıkıyorsunuz.
Kitabı açıp Manisa ile ilgili bölümü buluyorum: “Tarzan, Merkez Efendi, Saruhan Baba ve Şehzadeler Kenti Manisa”.
Yazar, Spil’i anlatarak başlıyor yazısına; “Önce bir dağdır Manisa” diyor. “Manisa sanki yekpare bir dağdır, öyle uzak, heybetli ve yalnız.” Manisa Tarzanı’nın öyküsünü anlatmadan önce, bir başka ‘inziva eri’ olarak tanımladığı Yusuf Atılgan’dan söz açıyor elbette. Benim gibi Yusuf Atılgan’ın yaşamına ve sanatına özel bir ilgisi olan biri için ona Nedim Gürsel’in satırlarında rastlamak heyecan verici. Otuz yılını Hacırahmanlı’da geçirip en önemli eserlerini burada yazan, İstanbul’daki edebiyat çevrelerinden uzak duran Yusuf Atılgan’ın bu yaşam biçimini Nedim Gürsel, “sanat yaşamı boyunca bir lokma bir hırkayla yetinme” olarak görüp onu da Manisa’nın simgeleri arasında önemli bir yere koyuyor. Anayurt Oteli’ne atıfta bulunarak Manisa için “Zebercet’in kenti” diyor.
Sonra yazar, Manisa Tarzanı’nın hepimizin bildiği hikâyesini anlatıyor. Revak Sultan, Arık Dede, Sofu Sevindik, Hâki Baba, Kırtık Baba, Yolageldi Baba gibi erenlerin isimlerini anarak Gürle’deki mezarlıkta ebedi uykusunu uyuyan Yolageldi Baba’yı anlatıyor. Sonra da Fatih’in şehzadeliği döneminde şehrimizde yaşayan Otman Baba’yı… Yazar Merkez Efendi’nin hikâyesini anlatırken ben de ağaçların arasından onun heykelini görmeye çalışıyorum. Başında sarık, bağdaş kurup caddenin ortasında oturuyor Merkez Efendi. Sultan Camii’nin kubbelerini seyreyliyor. Kendi ekseninde yavaşça dönen bu heykel birazdan dağa dönecek yüzünü. Kitaba dönüyorum. Yazar, Merkez Efendi’nin “her şeyin merkezinde olması için dua eden ermişlerden” olduğunu söylüyor ve bunun sebebini anlatıyor: Musa bin Muslihiddin, Şeyh Sümbül Efendi’nin müritleri arasındadır. Bir gün Sümbül Efendi müritlerini çetin bir sınavdan geçirir. “Siz olsaydınız evreni nasıl yaratırdınız?” sorusunu sorar. Allah’ın işine karışmak olmazdı ama müritlerin hepsi değişiklikten yanaydı. Muslihiddin ise soruyu şöyle yanıtlar: “Her şeyi merkezinde bırakırdım efendim. Evren böyle, Rabbimin yarattığı gibi çok güzel, her şey olması gerektiği gibi. Hiçbir şeyi değiştirmezdim. Yerinde, merkezinde bırakırdım evrenin düzenini.” Bu yanıttan sonra Muslihiddin’in adı Merkez Efendi olur ve günü geldiğinde tüm dervişler gibi şeyhinden icazet alıp yollara düşer ve gelip Manisa’ya yerleşir. Yanında hekimlik bilgisini de getirmiştir. Yazar son olarak oturduğum yerden heykelini gördüğüm Saruhan Bey’in, Saruhan Baba’nın hikâyesini anlatır.
Kitabı kapatıp çevreme baktım. Masalar boşalmıştı, parkta oyun oynayan çocuklar da gitmişti. Kitabın satırları arasında Manisa tarihinde yolculuk ederken çevremden yalıtmışım kendimi. Kalkıp hesabı ödedim. Sırtımı mitolojik dağa yaslayıp yürüdüm. Merkez Efendi’nin heykelinin önünde durdum. Bir yazı aradım, bilgilendirici bir levha… Yoktu… Saruhan Bey’in heykeli gibi bunda da, hakkında hiçbir fikri olmayanları, kente dışarıdan gelenleri aydınlatacak bir bilgi yoktu. Sadece bir yerinde “Cengiz Sevener” yazıyordu. Lisede Sanat Tarihi öğretmenimdi kendisi. Adını duyunca heyecanlanıyor, bir an lise yıllarıma gidiyorum. Onun kadar donanımlı, zarif, entelektüel hocalar çok azdır. Merkez Efendi heykelini yapan hocamın yakın zamanda iki önemli çalışma bitirdiğini haber sitelerinde okumuştum. Fatih Sultan Mehmet ve Yunus Emre büstleri… Bu büstleri özel kılan ise mermerden yapılmış olmaları. Bugüne kadar 12 Türk büyüğünün heykelini yapan hocamın bu son heykelleri mermerden yapmış olması bir ilk olması özelliği de taşıyor. Cengiz Sevener’in heykel sanatıyla ilgili söyledikleri de çok etkileyici: “Dünyaya bir daha gelsen ne yapmak isterdin diye sorsalar taşçı olurdum derim. Taş çok güzel bir madde. O kadar güzel ki, çalışırken stres atıyorsun. Usta heykeltraş Mehmet Aksoy’un İstanbul’daki atölye girişinde ‘Laf Taşımam Taş Taşırım’ diye çok güzel bir yazı yazar. Ben de aynısını söylüyorum; taş insanı, dedikodudan, her şeyden uzaklaştırır.”
En kısa zamanda hocama ulaşıp oturup çay içerek sohbet etmeyi önermeye karar veriyorum. Heykeli geçip çarşıya ve istasyona kadar uzanan yolu yürümeye başlıyorum. Hava sıcak. Bir köşede lokma kuyruğundaki insanları görüyorum, gülümsüyorum. Her lokmacı gördüğümde aklıma gelen cümleyi mırıldanıyorum yine: Manisa’da kimse aç kalmaz.
Niyetim istasyona kadar yürüyüp o çok sevdiğim çay bahçesinde, raylara bakarak çayımı yudumlamak. Ama sıcaktan dolayı çarşıda mola vermeye karar veriyorum. Dört yol kavşağına gelince sola dönüp Evran Plak’a yöneliyorum. Dükkânının önünde beni gören Fuat Abi, hemen el ediyor, yanına varıyorum. Hemen çay söylüyor. Ağacın gölgesine oturup sohbet ediyoruz. Ağaçta “Evran’ın Önü” yazılı levha duruyor yine her zamanki gibi. Yılların ezici, öğütücü değişimine meydan okuyan Evran Plak’ı ve Fuat Abi’yi çok seviyorum. Çarşıdaki dükkânların hemen hepsi yıllar içinde kapanıp yenileri açılırken Evran Plak geçen yüzyıldan beri dimdik ayakta duruyor. Plak devri bitmişken, kasetlerin yerinde yeller eserken, CD’ler bile artık satılmazken tabelada o “Plak” yazısını görmek, eski bir dosta sarılma hissi uyandırıyor insanda. Bir kenti kent yapan; tarihi, yapıları, gelenekleri olduğu kadar, işte böyle ayakta durabilen eski dükkânlarıdır kanımca. Kitapçıları, kuyumcuları, lokantaları, ayakkabıcıları, berberleri, bakkallarıdır. Evran Plak’ta artık sadece plak satılmıyor. Ama plak hâlâ satılıyor! Adını da değiştirmedi, şehrin dokusuna verdiği o lezzeti de. Ağaca dayalı panoda bir tiyatro afişi görüyorum: “Azizname… 14 Eylül’de Manisa’da… Kültür Sitesi Lale Salonu…”
“Bu oyunu İzmir’de izledim” diyorum, “Şahane bir oyun. Manisa’ya uzun zamandır böyle kaliteli bir tiyatro oyunu gelmedi. Mutlaka izlemelisin.”
“Gideceğim tabii” diyor, “İzleyeceğim.”
Çaylarımızı içtikten sonra izin istiyorum. “Dur”, diyor, beni dükkânın içine yöneltiyor. Kitaplarımdan ikisini uzatıyor bana. “Şunları imzala bakalım, sahipleri için” diyor. İmzalıyorum.
Evran Plak’tan ayrılıp istasyona doğru yürürken seksenli, doksanlı yıllardaki Manisa görüntüleri geçiyor zihnimden, fonda da Alpay’ın “Gitme” şarkısı… Evran Plak’tan doldurduğumuz kasetler, bir fırtına gibi esen yerel radyo zamanları, Radyo 45, Manisa FM, Spil FM, telefon açıp istek şarkılarımızı söylediğimiz radyo programcıları Şans, Ümit, Mustafa, Rahşan ve diğerleri, Cafe Tilla, Cafe Bonjour, Pamela Sergen, Pop Sevenler Lokali ve diğer mekânlar, çay partileri, akıllı telefonsuz umutlu, neşeli günler… Gençliğimi zihnimin sisleri ardında bırakıp yürüyorum. 
Engin Topuz'un, MANİSA GÜNCESİ- 1 başlıklı yazısını okumak için tıklayın.