Okuduğunuz zaman hepinizin içinizde farklı duygular uyandıracak bir yaşanmışlık...
"1993 yılında Manisa'ya tayinle geldigimde, Spil Dağı, Gediz ovası, tüm şirinliğiyle Manisa , bir anda beni kendine çekti.
Sanki bu şehire daha önce gelmişim gibi bir sıcaklık, anlatılmaz bir yakınlık duymuştum.
'Bundan sonra ömür boyu yaşayacağım şehir burası olacak' diye, kendi kendine karar verdim.
Nişanlıydım. Ev kiralayıp eşyaları aldıktan sonra düğünümüzü de Manisa'da yaptık.
Aslen Kayserili olan eşim de Manisa'yı çok sevdi.
Bir yıl sonra oğlumu kucağıma aldığımda dünyanın en mutlu babası bendim.
Hani dünya, hem umut hem imtihan dünyasıdır ya...
Oğlum dört yaşındayken yakalandığı ateşli hastalığı atlatamadı.
Doğuştan bünyesi zayıfmış, düşmeyen ateş ve ishal, doktorların bütün çabalarına rağmen oğlumun ölüm sebebi oldu.
Ailece yıkılmıştık.
Asıl kötüsü, eşim geçirdiği ameliyat nedeniyle bir daha çocuğumuz olmayacaktı...
Üst üste gelen bu acılar bizi yıkmıştı.
Düne kadar şen kahkahalar yükselen evimizde, şimdi ağır bir matem havası vardı.


Oğlumun ölümünden bir yıl sonra eşim boşanmak istediğini, beni evlat sevgisinden mahrum etmeye hakkı olmadığını söylemeye başladı.
Eşimi seviyordum, evlat kaybetmek dünyanın en onulmaz yarası, en çaresiz acısıydı.
Ancak bir daha baba olmayacağım diye eşimden ayrılmak asla düşüneceğim şey değildi.
Artık her günümüz ayrılalım-ayrılmayalım tartışmasıyla, huzursuzluk içinde geçiyordu.
Ta ki 17 Ağustos Marmara depremine kadar.
O gece nöbetçiydim.
Deprem haberi geldiğinde gönüllü olarak kurtarma çalışmalarına katılmak için bir ekiple yola çıktık.
Deprem bölgesine geldiğimizde gördüğüm manzara korkunçtu.
Marmara bölgesinde sanki kıyamet kopmuştu.
Daha tecrübelilerin ve ilk kez o zaman adını duyduğum Akut ekibinin yönlendirmesiyle kurtarma çalışmalarına başladık.
Enkazların altından kurtarılan her insan bize moral oluyor, daha çok kişiyi kurtarma şevkimizi artırıyordu.
Ağustos ayının yakıcı sıcaklığında, yıkıntıların altından insan kurtarmak için canımızı dişimize takmış uğraşıyorduk.
Bir hafta gece gündüz yıkıntıların arasında yoğun tempoyla, bir can daha fazla kurtarmak için uğraşmıştık.
Eşime telefon etme fırsatı bulduğum bir an eşim yine ayrılık konusunu dile getirdi.
Günlerdir enkaz altından canlı - cansız insan çıkarmak, başımı çevirdiğim her yerde yıkılmış viran olmuş binalar görmek, çıkarılan her cansız insandan sonra yakınlarının feryadını duymak zaten beni ruhen kötü çökertmişti.
Bir de eşimin bu sıkıntılı anda ayrılık konusunu açması, tuz biber olmuştu.
İyice bunaldığım bir an arkadaşımla bu sorunu paylaştım, dertleştim.
Bulunduğumuz bölgede arama kurtarma işlemi bitmişti.
Ertesi gün Manisa'ya dönecektik.
Arkadaşım akşam üstü kızılay çadırına gidip, enkazdan sağ çıkarılan çocukları ziyaret etmeyi teklif etti.
Seyyar hastahane gibi bir çadıra girdik.
İçeride bir kaç hemşire ve küçük çocuklar vardı.
Felaketi yaşayan bu canlara, içim parçalanarak bakıyordum.
O sırada küçük bir çocuk yanıma gelip dizlerime sarıldı: "Ba-ba ba..ba.." diye ağlayarak yüzüme bakıyordu.
Çocuğu kucakladım, bağrıma bastım, sırtını sıvazlayıp, başını okşadım.
Çocuğun ağlaması kesildi. Minik yavru başını göğsüme gömüp uyudu.
Kim bilir ne kadar zamandır ağlıyor, sıcak bir kucak arıyordu.
Çocuğu kucağımda gören bir hemşire yanımıza geldi.
"Bu bizim mucize bebeğimiz. Üç katlı, altı daireli yıkılan binadan bir tek bu, bir buçuk yaşındaki yavru sağ kurtuldu. Bütün ailesi ve akrabaları depremde öldü. Komşusu tanıdı, o söyledi. Köyde dedesiyle ninesi varmış" dedi.

Arkadaşım, "Sen oğlunu yaşatmak için çırpındın olmadı. Ama bu çocuklar daha ana baba sevgisi yaşayamadan yetim öksüz kaldılar. Bir kendi acını, bir de bu yavruları düşün" dedi.
Hemşire de, "Ersen, enkaz altından üç gün sonra kurtarıldı. O günden beri doğru düzgün uyumadı. Sizin kucağınızda uykuya daldı. Hep ağlıyordu" diye çocuğu kucağımdan almak istedi.
Ama çocuk bana öyle sıkı sarılmıştı ki... Ben de bir buçuk yıl sonra ilk kez bir çocuğu böylesine içten kucaklamış, bağrıma basmıştım.

İçimi yakan evlat acısı, Ersen'in sıcaklığıyla o bebek kokusuyla sanki şifalanıyordu.
Ersen'e kendi çocuğuma sarılır gibi sarılmıştım.
Yüce Allah'ım bu ne güzel bir duyguydu.
Derin bir uykuya dalan yavrunun minik elleri tişörtümden çözüldü.
Ersen'i yavaşça yatağa bıraktım.
Diğer çocuklarla ilgilendim ama aklım hep Ersen'deydi.

Arkadaşım tekrar o çocukların nasıl bir bilinmezlikle karşılaşacaklarını söyleyince ben çoktan kararımı vermiştim bile.
Hemşireye telefon numaramı adresimi verdim Ersen'le ilgili gelişmeler için beni mutlaka bilgilendirmesini rica ettim.

Ertesi gün yola çıktık, yol boyunca düşündüm taşındım, evet kesin kararımı vermiştim. Ersen'i evlat edinecektim.
Manisa'ya dönünce bu fikrimi eşime açtım, eşim öfkeyle karşı çıktı. Bağırdı, çağırdı, başkasının çocuğunu asla kabul etmeyeceğini söyledi.

Günler süren tartışma sonunda ben, "Nermin depremde ölen biz olsaydık, çocuğumuz kimsesiz kalsaydı, sen çocuğumuzun yurtta mı , yoksa iyi bir ailenin yanında mı olmasını isterdin?" dedim.
Çocuğu bir kez görmesi için ısrar ettim.
Hemşireden çocukla ilgili telefon gelince yola çıktık.
Eşim Ersen'i görünce kanı kaynadı.
Dedesi, deprem felaketinde yakınlarını kaybettiği için üzüntüden felç olmuştu .
Ninesi ise hem evlatlarını, hem torunlarını kaybettiği için, bir de felçli bir kocayla, bir başına kaldığı için perişandı.
Gözyaşları içinde Ersen'i yurda vermek zorunda olduğunu söylüyordu.

Evlat edinmek istediğimizi söyleyince kadının yüzü umutla aydınlandı.
Bir avukat tuttuk, resmî işlemleri usulüne uygun yürütecekti
Bu arada eşim Ersen eve gelmeden şehir değiştirmemizi istedi.
Manisa'dan İzmir'e taşındık.
Dört ay sonra Ersen'e kavuştuk.
Babası olarak gözyaşları içinde Ersen'i ilk kucakladığım an iki yıl önce ölen oğlumun hayali gözümün önünden geçti.
Oğlum gülümseyerek bize el sallıyordu.
Bu anı hayatım boyunca hiç unutamadım, unutamayacağım.
Ersen'in dedesiyle ninesini de unutmadık.
Hayatta oldukları sürece hep ziyaretlerine gittik.
Beş yıl sonra tekrar Manisa'ya döndük.
Oğlum şu an 22 yaşında genç bir mühendis...
Ersen, bizim hayatımıza deprem enkazından doğan umudumuz oldu..