Ölüm yıldönümünde Tezer Özlü’ye saygıyla…   “Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış!...” 1943’ün bir sonbahar g

 

Ölüm yıldönümünde Tezer Özlü’ye saygıyla…

 

“Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış!...”

1943’ün bir sonbahar günü Kütahya’nın Simav’ında doğduğunda, Avrupa’nın ortasında insanlar birbirlerini öldürüyordu. Dünya ikinci kez kendisini yok etmeye çalışıyordu. Savaş bu topraklara uğramadan bittiğinde, ailesi onu başka bir şehre, ülkenin en büyük kentine götürmüştü, kardeşleriyle birlikte. Bu onun hayatı boyunca sürdüreceği ‘gitme’ yolculuğunun ilk adımıydı sadece. Daha ilk yaşadığı kentte başlamıştı yürümeleri. Kentin ucuna kadar yürüyor, dünyanın ne kadar büyük olduğunu görmek istiyordu. Hayatı boyunca yürüdü. Hem yaşadığı kentlerde, hem kendi içinde; aklının ve yüreğinin içindeki yolculuk kısacık yaşamı boyunca bitmedi.

“Ben zaten yeryüzünün neresini benimsemedim ki” diyordu yaşamının son yıllarında ama öte yandan sürekli bir arayış içindeydi, hem yaşamında, hem yazdıklarında.

“Pazar günleri…Şimdilerde…Sokak aralarından geçerken…gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim…evlerin pencere camları buharlaşmışsa…odaların içine asılmış çamaşır görürsem…bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………….isterim hep.”

Avusturya Lisesi’ni bitirmeden gitti İstanbul’dan. Otostopla Avrupa’yı dolaştı, ‘dünyayı başıma yıktı’ dediği ilk eşiyle tanıştı, evlendi, henüz yirmili yaşlarının başındaydı. Bir yandan da öyküler yazıyordu, sonraki yıllarda “Eski Bahçe” de yer alacak öyküler…

24 yaşıyla 29 yaşı arasını İstanbul’da ‘sinir hastaneleri’nde, psikiyatri kliniklerinde geçirdi. Bunalım dolu yıllar geçirdi, elektroşoklara maruz kaldı. Aklının sınırlarını zorladı. Akılla delilik arasındaki ince çizgide gidip gelen bir yolculuktu onunki. Oysa o dışarıda olmak istiyordu, toplumun baskılarından uzakta, özgür aklının istediği gibi yaşamak ve yazmak istiyordu.

“Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu.”

‘Çılgınlıktan’ kurtulmaya çalıştığı zamanlarda, bir sinemacıyla tanıştı. Sonraki yıllarda, Yılmaz Güney’in, ‘Yol’ filmini Şerif Gören’den önce emanet edeceği Erden Kıral ile…

O, edebiyat ve anne olması onu o çizgiden alıp hayata tutundurdu.

“Her şeyden önemli olan, yaşayabilmek…Biz, kimse ile yaşayamıyorsak da, kendimizle yaşayan, kendi içimizde gece gündüz mücadele eden insanlarız.”

Yazmaya devam etti. Hep yazdı. Öykülerini “Eski Bahçe” adıyla yayımladı, çocukluk ve hastane yıllarını anlattığı romanını “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adıyla…

Daha sonra “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adıyla kendisinin Türkçe’ye çevireceği “Bir İntiharın İzinde” romanını Almanca yazdı ve ödül aldı.

Çünkü ‘her birey çözümlenmeyecek bir dünya’ gibi görünüyordu ona ve yazdıkları ‘okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, huzursuz etsin’ istiyordu.

1973’ten 1985’e kadar şoksuz, hastanesiz, hastalıksız yaşadı. Sinemacı eşinden ayrıldı ve Berlin’de bir adamla tanıştı. Adam Kanada’dan tatile gelmiş bir İsviçreliydi ve tanışmalarından daha 1 ay geçmeden, Hans Peter Kanada’yla bağını koparıp bu sıra dışı kadınla evlenmeye karar verdi.

1984’ün Nisan’ında evlendiler ve 1986’nın 18 Şubat’ında Tezer Özlü Zürih’te ölene dek evli kaldılar, yalnızca 22 ay…

Yaşamı acıyla, ölümle, ama aynı zamanda yaşam tutkusuyla iç içe olan Tezer Özlü’nün yazdıkları da acıyla örülü olduğu için kimi hayranları onun intihar ettiğini düşündü bir süre. Oysa yaşama tutkuyla bağlanmış ve yeni bir yola çıkmışken, kansere yakalandı ve 42 yaşını bitiremeden hayatını kaybetti.

Kimilerine göre boşluğu en güzel anlamlandıran yazar, kimine göre edebiyatın lirik prensesi, sözcükleri olağanüstü kullanan Tezer Özlü, yaşamın anlamını arayan ve varoluşçuluk üzerine yazıp okurunu derinden etkileyen ender yazarlardan biridir.

Çünkü dünya üzerinde ve yaşadığı kentlerde kilometrelerce yol yürürken, asıl yolculuğun insanın kendi içinde yaptığı yolculuk olduğunu biliyordu.

“İnsanın başkasına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları okumak istedikleridir. Sevmesi sevilmeyi istediği biçimdedir.”

Değeri yaşarken ve ne yazık ki şimdi de gereğince bilinmeyen, en üretken olacağı zamanda yaşamını yitiren Tezer Özlü’yü edebi anlamda 3 kişi derinden etkiledi, Kafka, Svevo ve Cesare Pavese…

Tezer Özlü, kendisinden önce yaşamış bu yazarların izini sürdü, hem edebi anlamda, hem ruhsal anlamda. Kafka ve Svevo’nun, Svevo’nun yakın arkadaşı James Joyce’un mezarlarını ziyaret etti. Olağanüstü diye nitelendirdiği ve en beğendiği yazar olarak gördüğü İtalyan Pavese’nin intihar ettiği otel odasına kadar giderek onu anlamaya çalıştı.

Pavese ile aynı gün doğmuştu ve onunla aynı yaşta öldü…

Kafka’dan ise sadece 1 yıl fazla yaşadı…

Edebiyatın yitik prensesini ölüm yıldönümünde anarken, yazıyı da Can Yücel’in ona yazdığı şiirle bitirelim:

Bir Arkadaş İçin

Aşağıda yatıyorum

Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda

Bir ses birden bir olay oluyor

Kulağımın dibinde

Bir dal bir cama vuruyor

Tezer

 

 

*Çocukluğun Soğuk Geceleri (Yapı Kredi Yayınları)

*Yaşamın Ucuna Yolculuk (Yapı Kredi Yayınları)

*Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar (Yapı Kredi Yayınları)