Dünyanın en güzel öyküsünü yazmak istiyordum. Yazacağım öykünün dünyanın en güzel öyküsü olduğunu her okuyan bir çırpıda anlayacaktı. Herkes söz birliği etmişcesine, okudukları hikâyenin o güne değin yazılmış en güzel öykü olduğunu söyleyecekti. Gazetelerde övgü dolu yazılar çıkacak, kalemimle yarattığım olağanüstü atmosferi konu alan televizyon programlarında uzmanlar beni ve büyülü kelimelerimi konuşacaktı. Ülkenin en saygın edebiyat ödülünü bana vereceklerdi. Türkçe ders kitaplarında yer alacak öyküm sayesinde, yurdun en ücra yerinde yaşayanlar bile beni tanıyacaktı.

Dünyanın en güzel öyküsünü yazmak istediğimde on iki yaşındaydım ve henüz hiç öykü yazmamıştım. Kömür sobasının yanında, halıya yüzükoyun uzanmış, elimde kalem, çizgili defterimde açtığım boş sayfaya dalgın gözlerle bakıyordum. Türkçe dersinin dönem ödevini hazırlamam için birkaç günüm kalmıştı. Öğretmenin bize sunduğu seçenekler arasından “hikâye yazma” yı seçmiştim, ama iki aydır hayal kurmaktan tek bir satır bile yazamamıştım. Dönüp dolaşıp okuduğum iki yazarın, kitaplarının sayfalarından fırlayıp bana yardım etmelerini haftalarca umutla bekledim. Mark Twain hiç oralı olmamıştı; sesini bir fısıltı halinde bile duyamamıştım. Huckleberry’nin maceralarından Tom Sawyer’ın serüvenlerine geçiyor, yazacağım hikâye için bana esin vermelerini bekliyordum. Nafile… Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Onları okurken Mississippi’nin kenarında olduğumu hayal ediyor, nehir kıyısında uyumanın keyfini çıkardığımı düşlüyordum. Sonra sobanın yanında sıcaktan terleyip o güzel düşlerden uyanıyordum tabii.

Başka bir akşam da Jules Verne’in eserlerinden esin toplamaya çalışıyordum. Nautilus’la denizler altında şahane bir yolculuğa çıkıyor, balonla seyahat ediyor, esrarlı bir adada serüven peşinde koşuyor ya da Ay’a seyahat ediyordum. Jules Verne iyice kafamı karıştırıyordu. Yeryüzünde, gökyüzünde, denizlerin altında ne kadar macera varsa hepsini anlatmıştı; bana yazacak bir şey bırakmamıştı ki! Mark Twain ve Jules Verne benim için dünyanın en büyük hikâye anlatıcılarıydı. Benim yazacağım öykü onların yazdıklarından güzel olduğunda, doğal olarak dünyanın en güzel öyküsü olacaktı. Ama ilk cümleyi bile yazamıyordum. Hem çok şey anlatmak istiyor, hem de ne anlatacağımı bilmiyordum.

Evde bana yardımcı olacak kimse de yoktu. Babam sürekli çalışıyordu, onu çok az görüyordum. Annem derslerime ilgi gösteriyor, ödevlerimi yapıp yapmadığımı kontrol ediyordu; ama edebiyata ilgi duymuyordu. Yazacağım hikâyede bana yardım edemezdi. İlkokula giden kardeşim okumayı yeni öğrenmişti. Benden çok onun bana ihtiyacı vardı. Aslında içten içe bu işte tamamen yalnız olduğumun ve yalnız olmam gerektiğinin bilincindeydim. Mark Twain, Jules Verne, annem, babam, öğretmenlerim belki bana yol gösterebilir, ilham verebilir, ışık olabilirdi; ama uygun kelimeleri bulup benzersiz bir dünya yaratacak olan bendim. Bunu seziyor, hissediyordum.

Ama yine de birileri bana bir şey söylesin, rehberlik yapsın istiyordum. Çünkü ben sıradan bir öykü yazmak istemiyordum. Yazacağım öykü dünyanın en güzel öyküsü olacaktı. Ben yenisini yazana kadar daha güzelini kimse yazamayacaktı. Bunu yapabileceğimi içimden gelen ses dışında, başka birinden duymaya ihtiyacım vardı.

Dönem ödevimi teslim etmeme bir gün kala, okuldan çıkıp eve dönerken mahallemizdeki ayakkabı tamircisine uğradım. Saffet Amca beni çok severdi. Arada bir yanına uğrardım. Onunla sohbet etmek hoşuma gidiyordu. Beni bir yetişkin gibi dinler, görüşlerimi dikkate alırdı. Dükkânında müşteri yoksa beni gördüğünde eliyle işaret ederek davet eder, karşıma oturtur, akranı bir arkadaşı gibi ağırlardı. İkram ettiği gazozu yudumlarken günümün nasıl geçtiğini anlatırdım. Teneffüslerde yaptığımız maçlarda gol attıysam ballandırarak anlatır, derste yaşadığımız komik şeylerden söz ederdim. Dönüş yolunda plakasız bir araç gördüysem muhakkak Saffet Amca’ya söylerdim. Saffet Amca emekli polisti. Emekli olduktan sonra ayakkabı tamirciliğine başlamıştı. Ben onun hâlâ emniyette önemli bağlantıları olduğunu düşünür, kanunlara uymayanları tanıdığı polislere haber verdiğine inanırdım. Araba plakalarını okumayı çok sevdiğim için mutlaka plakasız araçlara rastlar, onları da Saffet Amca’ya tarif ederdim. O da bana sorular sorup ilgiyle dinleyerek hâlâ polislik yaptığına dair inancımı perçinlerdi. Ayakkabıları tamir ettiği masanın hemen yanında küçük bir kitaplığı vardı. Kimi zamanlar onu kitap okurken bulurdum. Mark Twain ve Jules Verne’in kitaplarıyla beni tanıştıran da Saffet Amca’ydı.

Saffet Amca’nın dükkânına girdiğimde canım çok sıkkındı. Çantamı yere koyup sandalyeye oturdum. Saffet Amca, elindeki kadın ayakkabısının topuğunu onarıyordu. Burnuna yapışık gibi duran gözlüğünün üzerinden bana baktı. Geniş bir alnı, büyük bir kafası vardı. Beyaz saçları iyice azalmıştı. Bıyıkları üst dudağını kapatıyordu. Gülümseyerek göz kırptı: “Hayırdır evlat?”

“Yok bi şey Saffet Amca. Yani aynı şeyler işte. Yarın dönem ödevini teslim etmem gerek.”

“Haa, şu mesele…”

Elindeki ayakkabıyı masaya bıraktı. Gözlüğünü çıkardı. Arkasındaki küçük dolaptan iki şişe gazoz alıp açtı. Birini bana uzattı. Bir dikişte yarısını içiverdim.

“Sen o dünyanın en güzel öyküsünü yazmadın mı hâlâ,” dedi. Gülümsemeye devam ediyordu.

“Olmuyor, Saffet Amca,” dedim. “Olmuyor, bir türlü ne yazacağımı bulamıyorum.”

“Geçen hafta bir şeyler konuşmuştuk bununla ilgili…”

“Evet konuşmuştuk. ‘İlk yapman gereken ilk cümleyi yazmak’ demiştin. Ama ben bir kelime bile yazamadım.”

“Belki de…” dedi, yüzüme dikkatle bakarak, “Yazacağın öykünün dünyanın en güzel öyküsü olmadığını bilsen… Yani diyorum ki, en güzel öyküyü daha sonra yazsan, bunu sadece bir ödev olarak görsen? Böylece hem Türkçe dersinden zayıf not almaktan kurtulmuş olursun, hem de daha sonra yazacağın öykü için alıştırma yapmış olursun.”

Oluşan sessizlikte birbirimize baktık. Söylediklerini zihnimde tekrar ederek birkaç kez daha dinledim. “Haklı olabilirsin,” dedim sonra. “Ama ne yazacağım peki? Hiçbir fikrim yok!”

“Beni yazabilirsin,” dedi gülerek.

“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.

Masasından kalktı, karşımdaki sandalyeye oturdu.

“Bugünü yazabilirsin evlat. Benim yanıma çok sık geliyorsun. Fiziksel görünüşümü tarif edebilir, yaptığım işi anlatabilirsin. Yazmak istediğin öyküde benden yardım istediğini, karşılıklı konuşmalarımızı yazabilirsin. Böylece hem mahalledeki bir ustayı anlatmış olursun, hem de baş başa kaldığın bir meseleyi aktarmış olursun. Unutma ki, bir meselen yoksa yazar olamazsın.”

Saffet Amca’nın söyledikleri aklıma yatmıştı. Gazozumun kalanını bir yudumda içip yanından ayrıldım. Evde üstümü değiştirir değiştirmez, küçük masama oturup hikâyemi yazmaya başladım. Biliyordum, dünyanın en güzel öyküsü olmayacaktı. Ama dükkândan çıkarken Saffet Amca’nın söyledikleri hâlâ kulağımdaydı:

“Her yazdığın öyküden sonra, o yazdığının dünyanın en güzel öyküsü olmadığını bilirsen, belki bir gün dünyanın en güzel öyküsünü yazabilirsin.”

[email protected]