Bazı romanları, öyküleri o denli severiz ki, övgü amacıyla “film gibiydi” deriz. “Bütün okuduklarım, bütün hikâye gözümde canlandı, bir film izlemiş gibi oldum.”

Çok güzel bir şiir okuduğumuzda veya dinlediğimizde bazen öylesine etkileniriz ki, dizeler bizi bambaşka, belki de şairin düşlediğinden çok daha farklı yerlere, düşüncelere götürür.

Aynı duyguya kimi zaman bir film izlediğimizde de kapılırız. Örneğin Olağan Şüpheliler roman gibi bir filmdir.

İşe Yarar Bir Şey ise şiir gibi bir film. 2017 yılında izleyici karşısına çıkan filmi birkaç kez izledim. Nasıl ki şahane bir şiiri defalarca okumaktan haz alırsak bu filmi izlemek de aynı isteği yaratıyor. Filmin şiiri, edebiyatı ve sinemayı seven daha çok insan tarafından izlenmesi için işe yarar bir şey yapmak istedim ve sonunda hakkında yazmaya karar verdim.

Gerçekçi sinemanın önemli isimlerinden Pelin Esmer’in Koleksiyoncu, 11’e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi filmlerini de çok beğenmiştim ama İşe Yarar Bir Şey’in yeri ayrı.

Yönetmen Pelin Esmer de zaten filmi şiire benzetmek istediğini söylüyor:

“Şiir yazamıyorum, bari filmi şiire benzetelim dedim. Şiirin üzerimizde bıraktığı o tanımlaması zor etkiyi sinemadan çıkan insanın üzerinde deneme arzusu biraz.”

Tabii Pelin Esmer’in bu amacını gerçekleştirmesinde çok önemli bir yardımcısı var: Filmin senaryosunu birlikte yazdığı Barış Bıçakçı.

Barış Bıçakçı’nın hem öykülerinde hem romanlarında okuru alıp sarmalayan, onu okuduğu koltuktan kaldırıp yolculuğa çıkaran ve son cümlesine kadar büyüleyen bir sihir var. O sihir yazarın üslubu, Türkçeyi kullanmasındaki ustalığı, kelimelerle yepyeni bir dünya yaratıp okuru içine çekebilmesi. Kitaplarının isimleri bile ne güzel:

“Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme”

“Aramızdaki En Kısa Mesafe”

“Bizim Büyük Çaresizliğimiz”

“Herkes Herkesle Dostmuş Gibi”

“Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra”

“Sinek Isırıklarının Müellifi”…

Barış Bıçakçı okurken edebiyatın birden fazla hazzını yaşıyorsunuz. Hem bir hikâyenin içine dalıyor ve son cümleye kadar çıkamıyor, çıkmak istemiyorsunuz, hem de öyle güzel cümlelerle karşılaşıyorsunuz ki, yüzünüzde bazen acı, bazen neşe dolu bir gülümsemeyle cümleye takılıp kalıyor, yeniden okuyor, okuyorsunuz.

Örneğin Tarihi Kırıntılar romanında şöyle bir şair tanımı var:

“Şair, mutfak masasındaki kırıntıları avucunda toplarken sabahı, öğleni, akşamı, masada oturanların geçmişini toplar. Pencerenin önüne serper sonra onları.”

Filmin görüntü yönetmeni de usta bir isim: Gökhan Tiryaki. Gökhan Tiryaki, başta Kış Uykusu, Ahlat Ağacı, Bir Zamanlar Anadolu’da olmak üzere birçok önemli filmin görüntü yönetmenliğini yapmış deneyimli bir isim.

Bu isimlere bir de şahane oyunculuklarıyla Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener’i eklediğimizde ortaya şiir tadında bir film çıkmış.

Film Haydarpaşa Garı’nın 1.16’yı gösteren saatinin görüntüsüyle açılıyor. Leyla (Başak Köklükaya) yirmi beş yıl sonra ilk kez lise mezunları yemeğine katılmak üzere trenle İzmir’e gidecektir. İstasyonda hemşirelik okulu son sınıf öğrencisi Canan (Öykü Karayel) ile tanışır. Canan’ı yolcu eden babası onu Leyla’ya emanet eder, yolculukta göz kulak olmasını rica eder. Babası Canan’ın İzmir’e bir iş görüşmesi için gittiğini sanmaktadır.

Filmi iki büyük parçaya ayırırsak, ilk bölüm tren yolculuğunda yaşananları konu alır. İkinci bölüm ise İzmir Kordon’daki evinde cam kenarında ömür tüketen yatalak Yavuz’un (Yiğit Özşener) yanında ve çevresinde geçer. Birbirini tanımayan üç insan deniz kenarındaki bu evde bir araya gelir.

Leyla’nın mesleği avukatlıktır ama o ayrıca şairdir. Tren yolculuğu boyunca onun şair olduğunu bilmeyen Canan, bunu Yavuz’un evinde öğrenir. “Bana avukat olduğunu söylemiştin,” deyince Leyla’nın yerine Yavuz yanıt verir: “Şairlere meslekleri sorulduğunda şairim demezler.”

Filmin konusunun ana ekseni ölüm olsa da hayata sarılan bir duygusu var. Şiirlerle bezenmiş, öykülerle yayılmış, geçmişi, arkadaşlığı, sevgiyi, hayatı sorgulayan, sakin ve edebiyatın verdiği huzurla kaplı bir akışı var.

Leyla’nın iç sesi, okuduğu şiirler izleyende bir yaz esintisi hissi uyandırıyor. Trene ilk bindiğinde kısa bir şiir eşlik ediyor bize:

Kırmızı, yeşil, mavi, turuncu

Ben turuncuyum

Ve hiçbir şey turuncuyla kafiyeli değil

Bu şiir Norveçli çağdaş bir yazardan alıntı, Kjersti Skomsvold.

Leyla yol boyunca zaman zaman yanındaki kitabı okuyor. Kitap Gülten Akın’ın: Kırmızı Karanfil.

Yavuz’un evinde de Cortazar’la karşılaşıyoruz. Onun Bir Sarı Çiçek adlı öyküsünü anlatıyor Leyla Yavuz’a.

Lise yemeğinde ise Barış Bıçakçı’nın güzelim şiirini seslendiriyorlar: Bir Kitabın Sayfaları.

yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar

bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan

ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim,

biraz da kekik toplayalım

kıymetini bilmediğimiz şeyler var

….

ama baktım sen rüzgârsın sevgilim

kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun

başucumda bir bardak su

beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun

Yavuz’un evinde, aramak-saklanmak-merak üzerine konuşurken Leyla şöyle der:

“Arayınca bulmaya odaklanıyor insan. İleriye odaklanıyor. Öteye bakmaktansa sağıma soluma bakmayı tercih ediyorum.”

Yıllar önce eşim ve dostlarımla tatile gitmiştik. Gecenin ilerleyen saatlerinde deniz kenarına, kumlara oturmuş, denizi ve gökyüzünü izliyorduk. Bizden başka kimse yoktu. Göğün sessizliğini dalgaların yumuşak sesleri bozuyordu. Gökyüzündeki çok sayıda yıldız, karanlığa batırılmış parlak raptiyeler gibiydi. Bize çok yakın görünüyorlardı. Susmuştuk. Her birimiz kendi düşüncelerine gömülmüştü. Benim zihnim ise omzumu yalayan yaz esintisinin de etkisiyle huzurlu bir berraklık içindeydi. Bu dinginlik hiç bitmese diye düşündüm.

Filmi izlerken o gece kumsaldaki dingin ruh halimi hissettim.

Sanatın büyüsü de bu olsa gerek.

..ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim,

biraz da kekik toplayalım

 

[email protected]