Defalarca okuduğum şiirlerinin arasında tekrar kaybolmak için önce bir radyo kanalı açtım, sakin, sözsüz, derinden işleyen müzikler çalan… Sonra Herkül Millas- Özdemir İnce çevirisinden ilk şiirini açtım… “Başka diyarlara, başka denizlere gider
Defalarca okuduğum şiirlerinin arasında tekrar kaybolmak için önce bir radyo kanalı açtım, sakin, sözsüz, derinden işleyen müzikler çalan…
Sonra Herkül Millas- Özdemir İnce çevirisinden ilk şiirini açtım…
“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış her çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi çözülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın.”
Kent şiirinin bu ilk bölümü, yaşadığı kentten bıkan, başka denizlere yelken açmak, başka ülkelere gitmek isteyen insanın iç sesini koyar ortaya.
Hep ikiye bölerek içtiği sigarasını, İskenderiye’nin şimdi adını taşıyan sokağındaki evinin penceresinde tüttürürken, kendi hayatını sorguluyor ve gitmeyi düşünüyordu belki.
Ama bu iç sese yine kendi yanıt veriyor şiirin ikinci bölümünde. İnsanın kentle olan ilişkisini, yalnızlık ya da yaşamın boşa harcanmışlığı duygusunu daha iyi anlatan dizeleri bulmak zordur kanımca:
“Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.”
Bu şiiri 47 yaşında yazdı ve 70 yaşında öldüğünde, yaşamı şiirde yazdığını kanıtlar nitelikteydi.
Kavafis 1863’de İskenderiye’de doğdu, 1933’de İskenderiye’de öldü.
29 Nisan’da doğdu ve yine bir 29 Nisan’da hayatını kaybetti. Tamı tamına 70 yıl, ne eksik, ne fazla…
Aynı sokaklarda dolaştı, aynı mahallede yaşlandı, aynı evde aklaştı saçları…
Çocukluğunun 8 yılını geçirdiği İngiltere ve ilk gençliğinde 3 yıl yaşadığı İstanbul dışında ömrünün tamamını aynı kentte geçirdi. Tıpkı şiirindeki gibi…
Yeni ülkeler bulamadı, yeni denizler de. İskenderiye hep izledi onu.
Ve bir nisan günü, evinin bir sokak ötesindeki hastanede onu sonsuza dek bağrına bastı kent…
Kendi deyişiyle “yaşlılığın şairiydi” o. Çünkü ilk şiir kitabını çıkardığında 41 yaşındaydı. Üstelik sadece 14 şiirini koymuştu kitabına. Başka da kitap çıkarmadı hayatı boyunca. Şiirlerini bir kitapta toplamak yerine küçük bölümler halinde yayınladı. Ünlenmek, tanınmak gibi bir derdi yoktu.
Herkese de göstermezdi yazdıklarını. Yalnızca yakın dostlarına okurdu. Ölümünden kısa süre önce Atina’da gırtlak kanserinden dolayı ameliyat olduğunda o yüzden şaşırmıştı hastanedeki ziyaretçi kuyruklarına. Derdi tanınmak, şöhret olmak değildi çünkü.
Bizim Orhan Veli gibi “evkafta bir memuriyeti” vardı, insanlardan uzak, ‘dünyaya karşı kapalı bir ilişkisi’ vardı.
Ailesinin dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya gelmiş, tüccar babasını 7 yaşında kaybetmiş, annesinin çabalarıyla eğitim almış, ilerleyen yaşlarında hem annesini, hem de kardeşlerini kaybetmiş, İskenderiye’de tam bir münzevi hayat sürmeye başlamıştı.
Şiirlerine de bu toplumdan uzak yaşayışı, yitik dünya anlayışı, ayrıksı yapısı yansıyordu. Aslında iyi bir tarih eğitimi aldığı için şiirlerinde tarih çok merkezidir. İskender üzerine, Bizans üzerine, tarihi karakterler üzerine yazdığı çok fazla şiir var bu yüzden. Ama bu şiirlerin dışında da kendi iç dünyasından izler görüyoruz.
Onun için bu dışa kapalı yaşamından dolayı “gizli” şair de deniyor ama o “Gizli” şiirinde diyor ki;
“Yaptıklarıma, söylediklerime bakıp
tanımaya kalkışmasınlar beni.
Dönüştüren engeller vardı
Hayatım ve eylemlerimi.”
İskenderiye’de, İngiliz yönetimi ve denetimi altındaki bir Mısır kuruluşunda, Sular İdaresi’nde çalışan sade bir Yunan vatandaşıydı o.
Önce kâtiplik olarak başladığı işte bölüm şefi olmuştu, Avrupa Bürosu yazışmalarındaki redaksiyon denetmenliğini yapıyor, iç dünyası ve iç dünyasının yarattığı şiirler dışında tek düze bir hayat yaşıyordu, “Tekdüze” şiirinde yazdığı gibi;
“Bir tekdüze gün izler
Bir başka tekdüze günü
Aynı şeyler olacak ve yinelenecek
Aynı anlar bir bulup bir bırakır bizi.”
Bizim Orhan Veli gibi hemen istifa etmedi yalnız “evkaftaki memuriyetinden”, tam 30 yıl çalıştıktan sonra ayrıldı.
Geçtiği sokaklar aynıydı, selam verdiği insanlar, yemek yediği lokanta, yaşadığı ev. Ev ve özellikle duvar kavramıyla ilgili çok dizesi var. İnsanlardan çok duvarların kendini anladığını düşünüyor. “Nasıl da biliyorum bu odayı.” dizesiyle başlayan şiiri şöyle bitiyor;
“Ah, nasıl da aşinadır bu oda bana.”
“İkindi Vakti” şiirini okurken balkona çıkıyorum, çünkü bu şiirin son dizelerini iyi bilirim ve balkonda okumak istiyorum;
“Ve başka bir şey düşünmek için
çıktım balkona, canım sıkkın,
biraz bakarak bu sevdiğim kente
sokaktaki insanlara, dükkanlara.”
Sokaktaki insanlara bakarken ve Kavafis’in şiirlerini okurken hep aklıma gelen roman kahramanları var. Bu “Kent” şiirinin kendi yaşamıyla neredeyse bire bir örtüşmesinden dolayı bazen Kavafis’in kendisini de bir roman kahramanı gibi düşlüyorum.
Şimdi kendi adını taşıyan sokaktaki iki katlı yapının üst katından, işine gitmek için sabah saatlerinde, alt kat komşularına selam vererek evinden çıkıyor Konsantinos Kavafis.
Her sabah işe giden bu hali bana Akakiy Akakiyeviç’i anımsatıyor.
Gogol’ün o kısa ama eşsiz Palto hikayesindeki Akakiyeviç de Kavafis gibi bir devlet dairesinde çalışıyordu.
Onun gibi yalnızdı. Onun gibi insanlarla fazla görüşmemeyi tercih ediyordu.
Kavafis gibi iş yerinde de pek sevildiği söylenemezdi.
İkisi de aslında sıradan birer kalem memuruydular. Akakiyeviç mektupları temize çekiyordu, Kavafis de yazılan mektupları redakte ediyor, şef olduktan sonra redakteleri denetliyordu. Hatta bu yüzden iş arkadaşlarını çileden çıkardığı oluyordu, bir virgül için memurları tekrar tekrar işe koyuyordu.
Gogol’ün roman kahramanıyla Kavafis’in dış görünüşleri pek uymuyordu sadece.
Gogol’ün memuru çipil gözleri ve kelliğiyle dikkatimizi çekerken, Konstantinos’un hasır şapkası hemen göze çarpıyordu, ayrıca Akakiyeviç gibi kızıl değil siyah saçları vardı.
Ama bunların ne önemi var? Her gün aynı tek düze hayatı yaşayıp kendilerine ait, kimselere söylemedikleri amaçları olan insanlar.
Akakiyeviç için yeni bir palto sahibi olmak ne kadar yaşamsalsa, Kavafis için şiir o kadar yaşamın merkezindeydi. Hatta çoğu kez Kavafis, “meşgulüm” diyerek odasına kapanıyor-evet işyerinde bir odası vardı- vücut ve el hareketleriyle içten gelen o duyguları önce söze sonra yazıya döküyordu.
Sonra Saramago’nun Don Jose’si geldi aklıma.
Bütün İsimler romanında, Nüfus Kayıt Merkez Arşivi’nde çalışan roman kahramanı. O da bütün gün ölüm, boşanma, doğum-evlilik belgeleriyle haşır neşir oluyordu. Fakat onun da başka bir tutkusu vardı…
Sıradan yaşanan ama her biri içinde ayrı giz barındıran hayatlar…
Kavafis’in şair olarak bendeki en büyük etkisi, kişinin iç dünyasıyla yaşadığı kent arasındaki ilişkiyi eşsiz dile getirişidir. Her ne kadar şiir en güzel anlamları yazıldığı dilde taşısa da, Kavafis gibi kimi usta şairler hangi dilde okunsa, eksiltmiyor verdiği duyguyu…
“Kent” şiiri çok meşhurdur ama şu şiiri de ne güzel anlatır şehir-insan ilişkisini;
AYNI YERDE
Gördüğüm ve yıllar yılı yaşadığım
evin, kahvelerin ve mahallenin havası
Sevinçlerimden ve acılarımdan yarattım seni:
Nice olay ve nice serüven sayesinde
Ve şimdi duygu oldun benim için tepeden tırnağa
Ben de kitabı kapatmadan önce, en son bu şiirini okuyarak anıyorum usta şairi, hem doğum, hem ölüm gününde…
Dünyanın sanat bakımından en verimli coğrafyalarından Akdeniz’de, doğduğu kentte, doğum gününde, gözü gibi sakındığı şiirleriyle hayata veda eden Kavafis gibi sanatçıların, hep olmasını diliyorum…
*Şiirler, Herkül Millas-Özdemir İnce çevirisidir.
Konstantinos Kavafis, Bütün Şiirleri, Varlık Yayınları.
*Nedim Gürsel’in Acı Hayatlar kitabının ‘İskenderiye ve Kavafis’in İskenderiye günleri’ bölümü meraklıların ilgisini çekebilir.
Acı Hayatlar, Nedim Gürsel, Doğan Kitap
*Henüz okumayanlara, Gogol’ün Palto öyküsünü ve Jose Saramago’nun Bütün İsimler romanını ısrarla öneririm.