Romanların giriş cümleleri benim için hep önemli olmuştur. İlk cümle bir işarettir. Nasıl bir dünyaya adım attığımızla ilgili biz okurlara bir ipucu verir. Hem romanın kurgusu hem de yazarın üslubuna ışık tutan bir fener gibidir roman başlangıçları. Romanların ilk cümleleri, girişte bizi karşılama biçimleri, çıkacağımız edebiyat yolculuğunda bir pusula görevi de görebilir.
Yazarların önemli bir bölümü de romanlarını yazarken ilk cümleyi çok önemser. Orhan Pamuk bunlardan biridir. Yeni Hayat romanının çok satmasının en önemli nedeni bence ilk cümlesiydi: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nin ilk cümlesi de çarpıcıdır: “Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum.” Gerçi bu romanın son cümlesi de dikkat çekicidir: “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.”
Orhan Pamuk’un bütün romanlarını okumama rağmen Sessiz Ev romanı kadar beni etkileyeni olmadığını da yeri gelmişken belirtmiş olayım.
Şahane bir giriş cümlesi o romanın iyi olduğunun kanıtı değildir elbette. Ama iyi romanlar genelde etkileyici bir açılışla başlar.
Kimi yazarlar ilk cümle için günlerce, bazen aylarca düşünür; olay örgüsü zihinlerinde tamamıyla hazır olmasına rağmen kendilerini tatmin edecek o ilk cümleyi bulmadan yazmaya başlayamazlar.
İngiliz edebiyatının başyapıtlarından Tristram Sandy’nin yazarı Laurence Sterne, romanın bir yerinde anlatıcının sesiyle şunu söyler bize:
“Bugün dünya yüzünde bir kitaba başlamak için bilinen birkaç yol vardır ve ben kendi seçtiğim yolun bunlardan en iyisi olduğuna eminim. (…) Ben işe ilk cümleyi yazmakla başlar ve ikincisini Kadir Tanrı’nın yol göstericiliğine bırakırım.”
Sterne’den 250 yıl sonra birçok yazarın benzer bir yazma ritüeline sahip olduğuna eminim.
Hakan Günday’ın dediği gibi, “yazmanın sırrı herhalde yazmaktan başka bir şey değil.”
En sevdiğim yazarlardan biri olan Hakan Günday, bir metni ‘yazmaya başlamakla’ ilgili benim de tamamen katıldığım ve söyleşilerde bu tür sorularla karşılaştığımda kendisinden ödünç alarak kullandığım şu öneriyi sunuyor:
“Yazacak hiçbir şey bulamıyorsanız, yazacak bir şey bulamayışınızı yazmanız gerekiyor. ‘Neden şu an hiçbir şey yazamıyorum? Yazacak bir şeyler buluyor olmam lâzım çünkü bir şeyler yaşadım ben de!’ diye düşünerek ilk paragrafı yazabilirsiniz.”
Hakan Günday’ın giriş cümleleri en etkili olan romanı Azil diyebiliriz herhalde. Azil şöyle başlar:
“Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğinin kanıtı. Birlikte, iki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz.”
Yusuf Atılgan sevdiğim yazarlar listesinin en tepesinde yer alan isimlerden biri. Kitapları ve yaşamı üzerine çok sayıda yazı yazdım, araştırma yaptım. Yusuf Atılgan yazdığı her cümlenin titizlikle üzerinde duran bir yazar. Az eser vermesinin sebeplerinden biri de bu zaten. Bitiremediği Canistan’ı da sayarsak üç romanı var. Aylak Adam’ın başlangıcı ezberimde olan roman girişlerinden biridir:
“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.”
Görüldüğü gibi daha ilk cümlede okurun merak duygusunu harekete geçiriyor.
Yusuf Atılgan genellikle kısa cümleleri tercih etmesine rağmen Anayurt Oteli romanında görece uzun bir cümleyle başlayarak doğrudan bizi nasıl bir dünyanın içine çekeceği ile ilgili bilgi veriyor:
“İstasyona yakın Anayurt otelinin katibi Zebercet üç gün önce perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o gece kaldığı odaya girdi, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu.”
Bu girişle bize hem hikâyenin geçeceği yeri, hem zamanı, hem ana karakteri tanıtıyor.
Yusuf Atılgan’ı benim gibi çok sevenler ve ilk kez okuyacaklar için onun yazıyla ilişkisine dair küçük bir bilgi vereyim.
Yusuf Atılgan “ve” bağlacını kullanmayı sevmez, onun yerine virgülü tercih ederdi. Eserlerini bir de bu gözle okuyup taradım. Öykülerinde bu bağlacı hiç kullanmadı. Anayurt Oteli’nde dokuz yerde kullanmış, Aylak Adam’da ise yine hiç “ve” bağlacı olmadığını gördüm. Gerçi oğlu Mehmet Atılgan bir röportajında babasının kendisine Aylak Adam’da “ve” bağlacını bir kez kullandığını, onu da keşke kullanmasaydım dediğini belirtiyor ama ben taradım bulamadım. Sadece bir yerde, bir kitaptan söz edilirken kitabın İngilizce adı veriliyor ve orada Türkçe “ve” anlamına gelen “and” kelimesi kullanılıyor. Belki yazar, bir kez kullandım, derken onu kastetmiştir.
Anayurt Oteli’ne benzer bir başlangıç yine çok sevdiğim, Türk edebiyatının başyapıtlarından Sevgili Arsız Ölüm’de var. Latife Tekin romana şöyle başlıyor:
“Huvat Aktaş’ın bir gündüz, bir gece süren yolculuğu bir öğle vakti Alacüvek köyü ağılının başında son buldu. Bu kez masmavi bir otobüsle çıkagelmişti köye. Otobüs yol boyunca epeyce toz yutmuştu ama yine de güneşin kızgın ışıkları altında ayna gibi parlıyordu. Köylüler hayatlarında ilk kez gördükleri bu garip şey karşısında ilkin dehşetle irkildiler.”
Burada da yazar bizi doğrudan romanın dünyasına alıveriyor. Sevgili Arsız Ölüm öyle muhteşem bir roman ki, bir çırpıda okuma isteği yarattığı gibi yaklaşık 250 sayfalık romanın yazar tarafından sanki bir oturuşta yazıldığı hissini uyandırıyor okurda. Sohbet etme olanağı bulduğum Latife Tekin’e bu hissimi söylediğimde gülümseyerek şöyle demişti: “Hemen hemen öyle oldu zaten.”
Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi adlı romanı Dar Zamanlar adlı üçlemenin ikinci kitabıdır. Ölmeye Yatmak romanının devamı olarak kurgulanmıştır. Bir Düğün Gecesi bence Türk edebiyatının en güzel açılış cümlelerinden birine sahiptir: “İntihar etmeyeceksek içelim bari!”
Böyle tek cümlelik etkili girişler daha çok hoşuma gidiyor. Örneğin Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanı şöyle başlıyor:
“Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer.”
Ne kadar vurucu değil mi? Okuru daha ilk cümlede avucunun içine alıyor. İnsan beyni bu cümleyi algıladıktan hemen sonra kalbinde de tatlı bir esinti hissediyor sanki.
Murat Uyurkulak’ın Tol romanındaki ilk cümle de etkileyici bence:
“Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”
İlhami Algör’ün Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku romanı da çok güzel başlar:
“Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim.”
Barış Bıçakçı da çok sevdiğim yazarlardan biridir. Ne anlattığından çok nasıl anlattığı beni etkilemiştir. Türkçesi durudur, tertemiz bir su gibidir cümleleri. Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanı şöyle başlar:
“Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?”
Dünya edebiyatına göz attığımızda ise en meşhur başlangıcın Kafka’ya ait olduğunu görürüz. Dönüşüm’ün giriş cümlesi kitabı okumayanlar için bile tanıdıktır:
“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” (Çeviri: Ahmet Cemal)
Ben Anna Karenina’nın başlangıcını çok severim. Tolstoy’un cümleleri hem eşsiz, hem ölümsüzdür:
“Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Çeviri: Ergin Altay)
Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi de unutulmaz bir girişe sahiptir:
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu…” (Çeviri: Meram Arvas)
George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanının başlangıcı da ezberimde olanlar arasında:
“Pırıl pırıl, soğuk bir nisan günüydü; saatler on üçü vuruyordu.” (Çeviri: Celal Üster)
Albert Camus’yü ve Yabancı romanının girişini anmadan olmaz tabii ki:
“Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” (Çeviri: Semih Tiryakioğlu)
Ölüm kavramını anınca hemen aklıma Saramago geldi. Çok severim Saramago’yu, tüm eserlerini okudum. En ünlü eseri Körlük ama en çarpıcı giriş Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş adlı romanında. Kısacık ama çarpıcı bir cümleyle başlıyor roman: “Ertesi gün hiç kimse ölmedi.”
Kimsenin ölmediği bir dünyayı resmediyor yazar. O eşsiz üslubuyla bizi bambaşka bir dünyaya götürüyor. Kitabı ilginç kılan şeylerden biri de şu: Kitabın son cümlesi ilk cümlesiyle aynı:
“Ertesi gün hiç kimse ölmedi.” (Çeviri: Mehmet Necati Kutlu)
Gabriel Garcia Marquez’in “duygularımı yenerek yazabildiğim en iyi romanım” dediği Kırmızı Pazartesi, herkesin işleneceğini bildiği ama kimsenin engel olmadığı bir cinayeti anlatır. Roman şöyle başlar:
“Santiago Nasar, öldürüleceği gün, piskoposun geldiği vapuru beklemek için sabah saat beş buçukta kalkmıştı.” (Çeviri: Faik Baysal)
2021 yılında Nobel ödülü alan Fransız yazar Annie Ernaux da beğenerek okuduğum yazarlardan. Seneler romanının ilk cümlesi beni epey düşündürmüştü:
“Bütün görüntüler yok olup gidecek.” (Çeviri: Siren İdemen)
Benim gibi kitapların olmadığı bir dünya düşünemiyorsanız, kitapları sadece okumak için değil birlikte yaşamak için satın alıyorsanız, henüz okumadıysanız şahane bir kitap önereceğim:
Kâğıt Ev. Carlos Maria Dominguez. Jaguar Kitap. Çeviren. Seda Ersavcı.
Kitap tutkusunun boyutlarını şahane bir hikâyeyle anlatan bu kısacık kitap şöyle başlıyor:
“1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.”
Sanırım kararlılıkla müdahalede bulunmazsam bu yazıyı bitiremeyeceğim. Çünkü bir kitaptan söz ederken bir başkası aklıma geliyor. Zihnimde ilk cümleler, yazar ve roman isimleri uçuşup duruyor. Yazıyı burada noktalamak en iyisi. Şahane girişleri olan diğer romanları da yazının altına siz yazabilirsiniz.
Son olarak kendi romanlarımın giriş cümlelerini de bu yazıya eklemek istiyorum. Adı bir aşk romanı çağrışımı yapsa da aslında bir dostluk öyküsü anlattığım Şimdi Uzaklardasın adlı romanım bir cenaze sahnesiyle açılıyor:
“Köy meydanından mezarlığa uzanan yol, derin bir sessizlik içindeydi. Toprak yolda ilerlerken toz kaldıran yüzlerce ayaktan çıkan kahverengi sesler, o koyu sessizliği bölmek şöyle dursun, daha da derinleştiriyor, perçinliyor, kökleştiriyordu.”
Son yayımlananan romanım Flanör ise kısa bir cümleyle açılıyor:
“Aşk doğru insana yanlış zamanda rastlamaktır.”