Yaşadığı yeri haritada bilmesi bile şekillendiriyor insanı...
 
Görmediği, belki hayatı boyunca görmeyeceği ovaları, akarsuları, köyleri, kasabaları bilmesi, komşularını ve hangi denize yakın olduğunu kafasında canlandırması ona dünyayı küçültüyor zaten. Dünyanın hangi noktasında bulunduğunu, hangi paralel ve meridyenlerin yaşam alanının sınırlarını çizdiğini bilmek, ona sınırlar çizdiriyor.
 
Kendisine belletilen düşmanları düşman, dostları dost olarak zihnine kazımak, hangi kıtanın en büyük, hangi okyanusun en derin olduğunu, nerede kimlerin ve hangi canlıların yaşadığını ezberlemek tembelleştiriyor.
 
Zihinsel bir körlük bu…
Bu körlük önce alışkanlığa, sonra bıkkınlığa neden oluyor. Kendini ait hissetme duygusunu yitiriyor ve yabancılaşıyor birçok şeye. Kalmak istemediği gibi gidemiyor da…
 
Yerini haritada parmakla gösterebilmesi bile “senin alanın burası, bir yere ayrılma, fazla soru sorma, sana öğretilenle yetin, işaret edilenle tartış, bu iyidir denilenle dostluk kur, bak bu bizim ebedi dost, bu da hep düşmandı zaten uzak dur, bu kitapları oku, şu filmleri izle” direktiflerini kendiliğinden ve sorgulamadan hayata geçirmesine neden oluyor…
 
Dürtükleniyor, yapılmak istenilene, düşünülmesi istenilene dürtükleniyor…
 
Her şeyi bilir sanmak insanoğlunun yolunu tıkayan bir barikat, iç yolculuğunun bariyerlerle çevrilmesi. O yüzden bir Macellan yok artık, bir Leonardo’nun üstüne çıkabilen ressam yok, bir Rousseau, Voltaire, Shaekspeare olmayacak, Piri Reis’in üstüne kimse çıkamayacak.
Var olan ve olacak olan, teknolojik gelişme ve sonrasında teknolojinin esiri olmaktır. Çünkü artık kimse Heraklit kadar kafa yormuyor, kimse Dostoyevski gibi insan psikolojisinin derin analizleriyle meşgul etmiyor roman sayfalarını.
 
Aya baktığında Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın roman kahramanları gibi merak içinde değil. Raskolnikov’un suçu ve cezayı sorgulaması sıkıcı geliyor insanlara. Oğuz Atay’ın Olric’i sosyal medyada gülümseten bir isim sadece…
 
İnsan mekanik bir dünyanın içinde yaşıyor. Mekanik bir yaşam sürüyor. Mekanik davranışlar, ezberlenmiş iletişim biçimleri, dayatılan beslenme programları, bir papağan gibi tekrarlatılan sosyal medya nakaratları, bizi düşünmekten alıkoyan televizyon dizileri, sinema filmleri, patlamış mısırlar…
 
Sürekli bir borçlanma içindeyiz, bankaya, patrona, eşe, sevgiliye, nadiren aranılan dostlara borçlanarak yaşıyoruz. Parasal ve duygusal borçların peşi sıra sürükleniyoruz.
Ama ne kadar mekanik bir hayat dayatılsa da temelde duygusal ve düşünen bir canlı olduğumuz için, henüz uykuya dalmadan önce veya yalıttığımız zamanlar kendimizi teknolojik esaretten, düşünüyor, sorguluyoruz. Bunu yaptığımız zaman canımız sıkılıyor. Çünkü bazen, on bin yıl önce bulduğu sivri aletlerle barındığı mağaranın duvarına iz bırakmaya çalışan atamızdan bir farkımız kalmıyor. O mağara duvarındaki çizgiler, yağmur vuran camda şekilleniyor, karanlıkta gözümüzü diktiğimiz elbise dolabındaki eğri büğrü portreler oluveriyor.
 
Sonra sabah alarmın sesiyle uyandığımızda tekrar bir oyunun içine atıyoruz kendimizi. Gelişmiş insanlık oyunu…
 
İşte böyle durumlarda, şehrinden sıkıldığını sanıyor insan. Bu kent beni boğuyor diye düşünüyor. Başka bir şehre ve hayata mı yelken açsam diye sesli düşünüyor. Emekliliğinde bir sahil kasabasına yerleşecek elbet ama daha öncesinde bir değişiklik iyi mi gelir diye düşünüyor. Yıllardır hatta doğduğundan beri aynı kentte yaşıyorsa üstelik, yılların alışkanlığı olan güzellikler bile bıkkınlık hissettiriyor ona kentte.
 
İşte ben de böyle düşünüyorum bazen…
 
Bu kent beni boğuyor diye düşünüyorum. Her gün şu dağı görmekten bıktım diye söyleniyorum. İçinden meridyen geçiyor bu şehrin diyorum, şu dağı aştın mı dünya değişiyor sanki çıkarımında bulunuyorum.
 
Böyle düşünürken sonra aklıma Antakya geldi. İlk gittiğimde çok sevmiştim, ortasından nehir geçen kenti. Sonra doğduğundan beri orada yaşayan bir grup gençle sohbet ettim ve şaşırarak gördüm ki hepsi ilk fırsatta şehri terk etmeyi istediklerini, onlara artık çok sıkıcı geldiğini söylemişlerdi. Oradaki sohbetten etkilenmiştim.
 
Yıllar sonra Floransa’da, kentin neredeyse her yerinden görülen o muhteşem katedrale bakarken şöyle düşündüm; “acaba ben bunu her gün ve yıllarca görsem yine aynı şeyleri mi hissederim? Sıkılmam mı? Şu Arno nehrinin Asi nehrinden daha güzel nesi var ki?”
 
Bunları yazarken de aklıma George Simenon geldi. Bu Fransız yazar Paris’te Eyfel Kulesi’nin altındaki hep aynı kafeye gider ve öykülerini orada yazarmış. Bir gün röportaja gelmişler ve sormuşlar; “Sanırım siz de bütün Parisliler gibi Eyfel’e âşıksınız ki, hep burada yazıyorsunuz?” Yanıtı şöyle olmuş; “Ben bu kuleden nefret ederim, bu lanet kulenin Paris’te görülmediği tek yer burası, o yüzden buraya geliyorum!”
 
İnsanoğlunun bütün mekanik girdaba rağmen arayışı bitmeyecek ve iç sıkıntılarını, bu arayışın kentlerle ilgisi olmayıp içinden meridyen de geçse nehir de aksa asıl olanın zihninde ve iç dünyasındaki yolculuğu olduğunu anladığında ve bunun bilinciyle yolculuğa çıktığında giderecek. Çünkü meridyen şehirden değil, dış dünyamızla iç dünyamız arasından, içimizden geçiyor…
 
Kavafis’in, Montaigne’nin söyledikleri o yüzden hiç eskimiyor zaten…
MANİSA GÜNCESİ 4 (OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ)