Büyüklerle orta yaşlılar ve küçükler arasındaki en önemli kıstas “1980 darbesini gördün mü?” sorusudur. Çünkü 80 darbesi veya sıkıyönetimin hakim sürdüğü o yıllar Türkiye’nin karanlık dönemiydi. Bu yüzden 1980 darbesini görenlerle görmeyenler arasında kıd

Büyüklerle orta yaşlılar ve küçükler arasındaki en önemli kıstas “1980 darbesini gördün mü?” sorusudur. Çünkü 80 darbesi veya sıkıyönetimin hakim sürdüğü o yıllar Türkiye’nin karanlık dönemiydi. Bu yüzden 1980 darbesini görenlerle görmeyenler arasında kıdem, tecrübe farkı vardır. 80’leri görmeyenler çile çekmiş sayılmıyor! Hele o yıllara ait buhran dolu anılar yok mu? Binlerce insan hayatını kaybetti. Bir o kadar kayıp var. Anlatmakla bitmeyen tarifi imkansız acı hikayeler... 

Ben 80 darbesinde 4 yaşındaydım. O döneme ait hiçbir şey hatırlamıyorum. Ancak 1983 yılında yapılan ve Turgut Özal’ın, daha doğrusu sarı-siyah renklerden oluşan, bal yapan arı logolu partinin birinci olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Tabi kimin ne için yarıştığının çok farkında değildim. O zamanın çocukları birçok şeyi çok sonradan öğrenirdi. Şimdi öyle değil. Çocukların elinde tabletler akıllı telefonlar. 10 yaşına geldiklerinde öğrenmedikleri şey kalmıyor neredeyse. Bense evimize elektrik çekildiği günü hatırlıyorum. Gazyağı bittiğinde karanlıkta kalıyorduk önceden. Çünkü gaz lambasıyla aydınlanıyorduk. Gaz yoksa ya da lambanın fitili bitmişse o gün ay ışığı da yoksa tek bir çare kalıyordu. Uyumak… 

O günleri yaşamak ne anlamlı izler bıraktı. 

İlkokula 6 yaşında başladığım için 1983 yılında 2.sınıftaydım. Babam dış ülkede çalıştığından beni okula bir akrabam kaydetmişti. Zaten hiçbir kayıt döneminde babam yoktu. Ortaokul ve liseye de komşumuz kaydetmişti. 

İlkokula başlamadan önce annem naylon karışımlı simsiyah bir kumaştan bana önlük dikmişti. Beyaz yakayı ise satın almıştık. Ayakkabı yoktu ama parlak bir kara lastik siyah önlükle oldukça uyumluydu. Bir de siyah bir çantam vardı tek gözlü. Bir kurşun kalem, bir kalemtıraş ve bir de mavi, halka şeklinde silgi. Sadece iki deflerim 

vardı. Biri çizgili Türkçe defleri diğeri ise kareli matematik… Ve borç harç satın aldığımız birkaç ders kitabı. 

Okulumuz küçük, bakımsız ve kalabalık bir okuldu. Doğu Anadolu’nun en ücra ve küçük ilçelerinden birinde, Bingöl’ün Solhan ilçesinde geçiyordu hikayem. Yokluk ile varlık arasındaki farkın altında ezilip büzülen bir çocukluk dönemi. Ve o yılların sembolü siyah önlüğüm. 

Arabalara aşırı merakım o yıllarda başladı. Komşumuzun kırmızı bir Thames Trader kamyonu vardı. İçi de kırmızıydı. Çok bakımlı ve güzel bir kamyondu. Ona binmek için can atardık. Kasasına binip bir yere gitmek için fırsat kollardık. 

Hep o kamyonun sahibi olmayı hayal ediyordum mümkün olmayacağını bile bile. Hayal etmek benim için teselliydi ya da tek çare. Çünkü oyuncağını bile alacak durumda değildik. Ailemin öncelikleri farklıydı. 

Ama bendeki araba sevgisi gittikçe büyüyordu. Bir gün aynısını yapmaya karar verdim. Hem de telden! Önce bahçelerde çit teli olarak kullanılan birkaç metre uzunluğunda dikenli bir tel buldum. Birbirinden ayırdığım teli taşla güzelce düzelttim. Ardından komşumuzun evinin önünde duran kamyonun karşısına geçtim oturdum. Başladım ilk arabamı yapmaya. Teli bükerek kamyonuma şeklini vermeye başladım. Daha sonra ince tellerle kamyonun kenar tellerini birbirine monte ettim. Sonra tekerlekleri ve direksiyonu yaptım. Daha sonra süslemeler... Yeni oyuncağımı kendi ellerimle üretmiştim. 

Tel kamyonumu gören herkes hayran kalmıştı. Hatta Thames Trader’e benzetenler de bile olmuştu. Kamyonu her gün biraz daha geliştirip güzelleştiriyordum. Bir gün arkadaşlarımdan birisi onu satın almak istedi. Önce vermeye kıyamadım. Ama aileme para lazımdı. Hem yenisi yapmak zor değildi benim için. Sattım. Parasını anneme verdim. Kamyonu yapmaya çalışırken fırça yediğim annem bu kez biraz mahcup ve mutluydu. Sonra yenilerini yaptım. Ve her yaptığım 

arabayı birisi satın aldı. Tabi çok küçük paralara… Ama az da olsa para kazanmak hele o yokluk günlerinde çok ama çok farklı bir duyduydu. 

Sonra mı? 

Sonra yıllar su gibi geçti. Aslında hiç de kolay geçmedi. Kaderimizde Manisa varmış. 1400 kilometre çıktık yola. Vatanın bir ucundan diğer ucuna nerdeyse… Sonrası malumunuz. 

Şimdi mi? 

Hayalini kurduğum arabalarla hala ilgileniyorum. Bendeki araba sevdası hiç bitmedi. Ve bir de topraklar… Anladım ki doğduğum topraklar ile doyduğum topraklar var olduğu sürece benim arabam hep olacak. Bazen tel araba, bazen gerçek... 

Hani arabaların arkasına “babam sağolsun” diye yazarlar ya. Bence yazılacak en anlamlı şey şu; 

“VATAN SAĞOLSUN”