Ahmet İnce'nin 'Ayva Kokulu Halı' başlıklı yazısı:

"60’lı yılların sonuna doğru, ılık bir bahar günüydü. Havuzlu çarşıda şehrin esnafı ve eşrafı, havuzun başında bir yandan çaylarını yudumluyor, bir yandan da muhabbet ediyorlardı. Ortaokul yıllarımdı. Onların yanına nasıl sokulduğumu, pek hatırlayamıyorum bugün.

Çarşı esnafının misafirleri vardı. Biraz öteden gelen halıcılardı bunlar. Bugün ismini hatırladıklarım var, hatırlayamadıklarım var. Lüzumsuz laf konuşulmazdı o yıllarda. Dedikodu yapılmazdı. İş, aş konuşulurdu, üretim konuşulurdu. Bu yıl tütün piyasası ne olacak, üretim ne kadar, halı piyasasında neler oluyor, karşılıklı anlatılırdı.

            Bu sohbet meclisleri, aynı zamanda bir istişare meclisi gibiydi o yıllarda. Herkes görgüsünü, bilgisini birbirine aktarırdı. Piyasa şartları konuşulur, şehirde ne var ne yok masaya yatırılırdı. Neticede herkes birbirinden istifade eder; kendisine bir yol, bir istikamet tayın ederdi.

            İşte o sohbet, daha doğrusu istişare meclisinde, halı tüccarlarından birisi ilginç bir hikâye anlattı. İsmini hatırlayamıyorum. Gördes halılarının Türkiye’nin dört bir tarafına gönderildiği bir dönemdi. Konya ve Erzurum’a kamyonlarla halı sarılırdı bu şehirden.

            Can kulağıyla dinlediğim ve her kelimesi, çocuk yaşımda beynime işlenen hikâyenin özeti şuydu. Üç ay önce Erzurum’a bir kamyon Gördes halısı gönderilmiş. Erzurumlu tüccar geçenlerde kendisini aramış. Bir kamyon halıyı kısa sürede satmış. Kendisinden acilen bir kamyon halı istemiş.

            Ancak bir şartı varmış tüccarın. Göndereceğin halılar mutlaka ayva kokulu olsun demiş. Çünkü önceki gönderdiklerinin tamamı ayva kokuluymuş. Dadaşlar, ayva kokulu halı almak için sıraya girmişler.

            Ayva kokulu halı hikâyesi; havuzlu çarşıdaki sohbeti daha da ısıtmış, herkes büyük bir merakla bunun sırrını soruyor, bir yandan da Gördesli olarak gurur duyuyordu.

            Çocuktum, ancak memleket işlerine meraklıydım. Hikâye ruhuma derin izler kazımıştı. Peki, neydi ayva kokulu halının sırrı? 50 yıl sonra, pek çok şey değiştikten, pek çok değerimiz yok olduktan sonra ancak yazabiliyorum.

            Asırlarca halıcılığın merkezi olduk bu ülkede. Özellikle seccade üzerinde, dünyada haklı bir itibara kavuştuk. İpliği yün, çözgüsü yündü. Boyası köktü. Desenleri emsalsizdi. Düğümü Gördes’ti. Bugün dünyanın sayılı müzelerinde ve sanat merkezlerinde, o halılar hala göz kamaştırıyor.

            Çünkü her biri, bir sanat şaheseridir.

            Orta Asya steplerinden kopup gelmiştik Anadolu’ya. Gelirken hünerlerimizi unutmamış, yanımıza almıştık. Kayı boyunun çocuklarıydık. Gördes’in dağlarını, yaylalarını mesken tutmuştuk. Kimimiz Salur, kimimiz Karayağcı, kimimiz Bayat, kimimiz Karakeçili aşiretinden idik.

            Halıyı biz getirmiştik Anadolu’ya. 19.yy başlarına kadar erkekler dokurdu halıyı. Kadınlarımız daha sonra öğrenmiştir. Civarımızdaki şehirlere, halı dokumasını biz öğrettik. 18 ve 19.yy’da Osmanlı Sarayının halıları Gördes’te dokunurdu.

            20.yy başlarında, Avrupalı Carpet firmasının en büyük halı merkezi Gördes’ti. Edmont ve Lui, firmanın Gördes’teki en önemli iki eksperiydi. Her ay 40 deve yükü halı, Gördes’ten İzmir Limanına taşınır, oradan da Avrupa’ya gönderilirdi. Develer dönüşünde, Avrupa’dan gelen malları Gördes’e taşırdı.

            Gördes’te kadim bir kültürü ve sanatı devam ettiren halıcı aileler vardı. Çocuklarını ülkedeki sanat mekteplerine ve Avrupa’daki okullara gönderip tahsil yaptırırlardı. Okul dönemi bittikten sonra Gördes’e dönen gençler, işe daha bir sıkı sarılırdı.

            18.19. ve 20. yy’da Gördes, İzmir limanına açılan ve dolayısıyla Avrupa ile irtibatta olan bir şehirdi. Görgü, görenek, ticaret, ithalat, ihracat Gördes’in hayatında farklı bir yere sahipti. Bu yapı, Gördes’te geniş bir münevver kitlesi oluşturmuştu.

            1907 yılında Belçika’nın Brüksel kentinde, bir halı sergisi açıldı. Kim açtı biliyor musunuz? Gördesli Kadayıfçızadeler. Kadayıfçılar, bu şehrin en bilinen bir halıcı ailesiydi. O sergiden çekilen bir ölümsüz fotoğrafı arşivimize kazandıran, Yurdun Güvenen’e ayrıca müteşekkirim.

            Yunan Anadolu’daki şehirleri, genelde kaçarken yakıp yıkmıştır. Tek istisna Gördes’tir. Zira Gördes iki kere yakılmıştır. Hiç düşündünüz mü neden diye?

            İzmir işgal edildiği gün, Anadolu’daki muhtemel direnişlerin varlığı masaya yatırılmıştır. En şiddetli mukavemet nereden gelir diye. İlk sırada neresi var bilir misiniz? Gördes var. Peki niye?

            Halıcılığın bu şehirde yarattığı, muhteşem bir sosyal hayat var. Geniş bir münevver kitleye sahip. Bu kitle, halkı örgütleyebilir. Ayrıca, halıcılıkla elde edilen ekonomik bir güç var. Bu güç, direnişe büyük destek verebilir.

            İşte bu direniş gücünü ve lojistik imkânı başında yok etmek için, Yunan Anadolu’ya ayak bastıktan kısa süre sonra Gördes’i yakmıştır. Yani Yunan İşgal güçleri, tespitinde haklı çıkmış, Gördes milli mücadelenin en şanlı merkezlerinden bir olmuştur.

            Halı dokumak, bir sanatkârlıktır. Her sanatkâr hünerlidir, ruh inceliğine sahiptir. Asırlarca Gördes kadını, bu ruh güzelliği ile binlerce, milyonlarca ilmik atmış, kirkit sallamıştır. Renk, desen, motif onun dünyasını şekillendirmiştir.

            Köy, kasaba, şehir nereye gitsen Gördes kadınının gönül enginliğini görürdünüz. Okul yok, diploma yok. Ama hiçbir okulun, hiçbir diplomanın veremeyeceği görgüye, bilgiye ve hünere sahipti kadınımız.

            Ben Gördesliyim diyen herkes, çocuklarına ve torunlarına mutlaka “Ayşe Kızla Vato” hikâyesini mutlaka okusun ya da okutsun. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar isimli kitabında yer alan bu yaşanmış hikâye, bizim tarihimizin ve mefahirimizin belgesidir.

            Siz Makbule’nin, erkeklerden önce milli mücadeleye katılmasını hiç merak ettiniz mi? O halıcı bir ailenin kızıydı. Şüphesiz çocuk yaşta öğrenmişti halı dokumayı. Zevk sahibiydi, estetik sahibiydi, bilgi ve görgü sahibiydi her Gördesli genç kız gibi. Ağabeyleriyle birlikte, işgale ilk isyan eden o olmuştu.

            Arşivimde bir fotoğraf var. İnşallah fırsat bulduğumda onu yazacağım. Yanılmıyorsam 40’lı yılların sonuna doğru olmalı. Bir genç kız, amansız bir hastalığa tutuluyor. Gördes halkı onun derdiyle yatıp kalkıyor. Güzelliği dillere destan. Ya dokuduğu halılar. Güzelliğinden daha güzel ve dillere destan. Çare bulunamıyor ve vefat ediyor. Gördes ağlıyor onun için. Cenazesi için, Gördes’teki tek kamyonu getiriyorlar. Dokuduğu halılarla kamyonu süslüyorlar. Gelinliğini ve çeyizini asıyorlar. Kamyonun arkasında bütün Gördes yürüyor. Nereye mi? Mezarlığa doğru.

            Kız istemeye gidilirken, ön görüşme şöyle yapılırdı bu şehirde: “Halınız hazırsa, kızınızı istemeye geleceğiz.”

            Gördes’in genç kızları, ‘Kız Gördes” seccadesini dokumadan evlenemezdi. Her kızımız, bu seccadeyi dokuduktan sonra evliliğe hazır demekti. Taliplileri, ancak o zaman kendilerini isteyebilirdi.

            Tütün ve halı bu şehrin omurgasıydı. Yazın üç ayını tütün tarlalarında geçirirdi kadınımız. Tarhanasını, bulgurunu, salçasını, nişastasını, makarnasını tarlada yapıp evine dönerdi. Üç günde evini temizler, bir güzel yerleşirdi.

            Sonra halı tezgâhının başına geçerdi. Yoruldum, tarlalarda belim büküldü demezdi. İlmek atarken, desenlere bakarken dinlenirdi. Ruh dünyası enginlere yelken açardı. İnadına kirkit sallardı. Oğlunu, kızını düşünürdü. Okutacak, gelin edecek, eve gelin alacak, bütün senaryoları kirkit seslerinin arasında yazar geçerdi.

            Bazen örnekten sıkılırdı. Örneği olmayan halı dokumaya başlardı. Aklından, ruhundan, parmaklarından, görgüsünden ne koparsa fotoğraf gibi yapıştırırdı tezgâha. Böyle nam salmıştı Gördes’in ünlü Çakıroğlu desenli halıları. O halıların örneği yoktu. Üstelik halısı vardı amma örneği çizilemiyordu.

            Üretmenin hazzı, halıya verdiği desenle bire birdi. Dokuma tamamlanıp halı kesileceği gün, evde herkes farklı bir heyecan yaşardı. İşte haneye üç beş kuruş daha girecekti. Erkek, bugünü adeta resmileştirirdi. Çarşıdan yarım kilo helva alır gelirdi. Kesimden önce hep beraber, helvadan taam edilirdi. Bu ağız tadıydı. Üretmenin, eser meydana getirmenin ağız tadıydı.

             Bir hünere, bir görgüye, bir ruh inceliğine âşık olmak söz konusu edilse, siz kime âşık olurdunuz bilemiyorum. Ama ben, Gördes’in kadınlarına âşıktım.

            Halı parasıyla çeyizini hazırlayan, kızlarımızı tanıdım ben. Halı parasıyla çocuklarını okutan, evlendiren kadınlarımızı tanıdım ben. Daha tütün parası alınmamış. Erkeğinin cebine her sabah, halı yevmiyelerinden harçlık koyan fedakâr kadınlar tanıdım ben.

            Bütün bu hüner, sanatkârlık ve fedakârlık nerede icra edilirdi dersiniz. Kaloriferli, doğalgazlı, şatafatlı mekânlarda mı?

            Evin en küçük bölümü, halı odası olarak ayrılırdı.

            Ortada bir soba kurulurdu. Kömürü dahi bilmezdik. Tenekeden imal edilmiş, odun sobalarıydı bunlar. İki odun, üç kozalak atınca nar gibi olurdu. Halıya başlamadan önce, sobanın üstüne ayva hoşafı konurdu. Isınmada bile bir tasarruf düşüncesi vardı. Hem ısınacak, hem ayva hoşafı pişecekti.

            Gördes’in kadınları ve genç kızlarıydı onlar. Koku, parfümeri bilmezlerdi. Ayvamız ne güne duruyordu. Kokusu, aroması emsalsizdi. Halı tezgâhının üzerine, sıra sıra Gördes ayvaları konurdu. İki saat sonra, ayva kokusundan mest olurdunuz.

            Gördes’in âşık olduğum kadınlarıydı onlar. Asırlarca en emsalsiz, en ayrıcalıklı halıları dokudular. Dokurken hem ruhlarına ve hem halılarına; sobanın üstündeki hoşafla, tezgâh sıralarındaki ayvayla koku şırınga ettiler. Erzurum’da ayva kokulu halı piyasası oluşturdular.

            Devirler geldi geçti. Bugün ne halımız var, ne ayva kokulu halımız var. Ne de halıcılığın ruhumuzda yarattığı enginlikler var.

            Bugünkü Gördesliler, O Gördeslilerle benzemiyor. Çünkü halıcılığımız yok oldu…"

Editör: TE Bilişim