Her gün aynı şeyleri yapıyor ve her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkılmıyordu. Her sabah aynı saatte kalkıyor, aynı saatte işe gidiyor, o bilgisayarın başına oturuyor ve her gün o haberin montajı, bu programın kurgusunu yapmak için didinmekten keyif

 

Her gün aynı şeyleri yapıyor ve her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkılmıyordu.

Her sabah aynı saatte kalkıyor, aynı saatte işe gidiyor, o bilgisayarın başına oturuyor ve her gün o haberin montajı, bu programın kurgusunu yapmak için didinmekten keyif alıyordu. 

Yerel ve mitolojik bir dağın gölgesinde, yerel bir televizyonun bir odası ona aitti. O oda onun yaşamıydı tam anlamıyla... Hayatı on üç aydır o odanın içinde geçiyor, mesai kavramından habersiz, sesler ve görüntülerle geçiriyordu tüm gününü. İnsanların seslerini kesiyor, görüntülerini parçalıyor, sonra yeniden birleştiriyordu onları. Bir tür yaratıcılıktı yaptığı, olanı tekrar oluşturmak, yeni bir şekle sokmak, onlara bir anlam vermekti...

Ne bir kurgucu olarak beğenilmek peşindeydi, ismi yalnızca programların sonunda ekranda akan ve kimsenin okumadığı listede geçiyordu çünkü…

Ne de bir kadın olarak fark edilmek gibi bir derdi vardı, cinsiyet üstü bir iş yapıyordu çünkü…

Bütün günü kurgu odasında geçiyordu, programı dışında. 

Bir kitap programı yapıyor, stüdyoya geçiyor, sevdiği bir şairden birkaç dizeyle programını açıyor, on tane kitap tanıtıyor -ki hep en sevdiği kitaplardı onlar, insanların ilgisini çekip çekmemesini pek önemsemiyordu- sonra odasında onun da kurgusunu yapıyordu. 

O oda ve o televizyon binası hayatının ta kendisi olmuştu. Dışarıdaki dünya, evdeki annesi, geçen yüzyılda kalan sevgilisi, sinema, tiyatro, alışveriş merkezi, hepsi yabancıydı ona. O tek bir şey istiyor ve onun için yaşıyordu, görüntüleri bölüp parçalayıp birleştirmek. Ve sesleri onun üzerine yerleştirmek... Bu ona kendini çok özel hissettiriyordu. Ham görüntüler hiç bir anlam ifade etmiyordu o olmadıkça...

Ve hiç bir söz o müdahale etmeden anlam kazanmıyordu. 

Sanki başka bir dünyayı kurguluyordu, kurgular yapıyordu hayatlara...

Her gün onlarca görüntüyü tekrar yaratıyordu, binlerce sözcüğe o yol veriyordu.

Yıllar önce yaşadığı acıdan sonra gerçek hayata tutunmanın tek yolunu kurgusal bir hayatta bulmuştu. 

Hayatında bundan daha mühim ve daha anlamlı bir şey yoktu ve olacağını sanmıyordu. 

O güne kadar...

O e-postayı alana dek...

“Programlarınızı izliyorum, dünyası kitaplar olan benim gibi biri için çok önemli anlattığınız kitaplar” diye başlıyordu mektup.

“Her şeyden önce raflarda herkesin gözüne sokulan kitaplardan bahsetmiyorsunuz. Kıyıda köşede diye tabir edilen, oysa kimilerinin ve benim de elbet, ruhlarına dokunan kitaplardan söz açıyorsunuz. Sizi izledikçe, bu dağın gölgesini tek başına taşımaya çalışan bir insan olmadığımı fark ettim. ‘Fransız Teğmen’in Kadını’ romanını kaç kişi okumuştur ki bu kentte, ya da okumayı düşünüyordur? Fahri Erdinç denilen şairi kaç kişi duymuştur? Frenhofer’i örneğin, bilen az sayıda kişiden biri sanıyordum kendimi bu kentte ve Gül’ün Adı romanını yazarın dediği gibi ilk 50 sayfayı geçmeyi başararak bitirdiğim için kendimi özel hissediyordum. George Perec ile siz tanıştırdınız beni, Victor Hugo’nun şiir yazdığını duyurmanız ve okumanız beni çok etkiledi ve distopik edebiyatı bu kadar dert edinen biri düşünemiyordum açıkçası… Anlattığınız ve tanıttığınız kitapların hiç kimsenin umurunda olmadığını düşünebilirsiniz ama bilmenizi isterim ki benim umurumda…Ve emin olun her programınızda bir deniz yıldızı atıyorsunuz okyanusa ve ben her birini toplayıp biriktiriyorum özenle… Kurgudan ve kitaplardan oluşan dünyanızın yalnız olmadığını bilmeniz dileğiyle…”

Böyle bitiyordu e-posta… Bu kadarcıktı…

Ama bu kısa mektup onu derinden sarsmıştı. Unutulan bir yerde olduğunu düşünüyordu o güne dek… Akan yazılarda bir isimdi o sadece. Ya da yaptığı programlarda kitaplara aracı olan bir kişi…

Postayı gönderen adrese baktı, tanıdık bir isim değildi, daha ötesi bir isim değildi, o ne anlama geldiği bilinmeyen sözcüklerden oluşan bir addı e-posta adresi.

O sıra o kadar çok yoğundu ve yetiştirmesi gereken o kadar çok işi vardı ki, okuduğu satırların üzerinde duracak zaman yaratamamıştı kendisine. Sonra tekrar bakarım diye düşünüp işe gömüldü her zamanki gibi.

Gün bitmek bilmedi. Sanki bütün yılın haberlerini ve programlarını o güne sığdırmışlardı da, bitirmezse işinden olacaktı, öyle bir havada çalıştı. Bitirdi, gün bittikten saatler sonra bitirdi işini. Yorgun ve düşünceli eve attı kendini. E-posta kutusunu açtı ve maili tekrar okudu. Tekrar okudu, tekrar, tekrar…

Kafasında dolaşan tek düşünce şuydu, hiçbir zaman fark edilmek amacı olmamıştı, kurgu yapması zaten fark edilmesini sağlayacak bir araç değildi, programının da pek izlenmediğinin farkındaydı ve herhangi birinin özel dikkatini çekeceğini düşünmemişti. Kurgu ve kitaplar onun dünyasıydı ve annesi elbette. Başka hiçbir şey belirleyici değildi yaşamında. Bir kameranın karşısına geçiyor ve nereye ulaşacağını bilmediği sözcükler yolluyordu; bir yere ulaştığını görmek onda garip hislerin oluşmasına neden oldu.

Fakat üzerinde durmamaya karar verdi. Elbette kitap okuyan, kitaplardan ayrı bir dünya yaratan yalnız kendisi olamazdı. O kadar da büyütülecek bir şey değildi bu. Yanıt yazmamaya ve unutmaya karar verdi. Zaten işi başından aşkındı. Ardı arkası kesilmeyen ve nedense hep kısa sürede yetiştirilmesi gereken görüntülerden kafasını kaldıramıyordu. İşine gömüldü, her zaman yaptığı gibi…

Bir e-posta daha…

“Benim de hasbelkader size önereceğim kitaplar var herkesin bilmediği, pek okunmayan yani. Ama çok önemli kitaplar bence. Hemingway’in hiç bilinmeyen bir kitabı örneğin, sahaftan almıştım. Tesla’yı anlatan bir kitap…Sonra, Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabının ilk baskısı var bende, su yüzüne çıkmamış önsözler var içinde…Ya da Fikret Otyam’ın Orhan Kemal’e mektupları ki Orhan Kemal’in o yazım süreçleri hakkında çok çarpıcı bilgiler veriyor. Çok yoğun olduğunuzun farkındayım, hem bu kitaplarla ilgili önerilerimi dile getirmek, hem de sizinle tanışmak isterim, eğer siz de isterseniz…”

Bu bir davetti…

Okuduğu an ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemedi, tam o anda, rejiden arkadaşı girdi içeriye ve hemen hazır edilmesi gereken bir haber olduğunu söyledi, çok önemliydi.

Gece uykuya dalmadan düşündü, kendisiyle tanışmak isteyen kişi neden böyle yollara başvursundu, gelirdi televizyon şirketine, görüşürdü kendisiyle, ünlü ve ulaşılamaz biri değildi ki sonuçta… Ya çekingenliğinden yapıyor bunu diye düşündü, ya da gizem katmak için tanışma isteğine. Sonuçta o kendisini biliyordu, ekranda izlemişti, kafasında bir karakter yaratmıştı kendince. Ama onun hiçbir fikri yoktu. Ne kim olduğuna, ne nasıl biri olduğuna dair…

Benzer dört e-posta daha aldıktan sonra onunla buluşmaya karar verdi. Verdi de nerede nasıl buluşacaktı? Öğle yemeğini bile şirkette yiyordu, neredeyse hiç vakti yoktu, zaten bugüne kadar bir vakti olmaması için de kendisi uğraşmıştı.

Her gün sabah ve gece ilaçlarını düzenli vererek bakması gereken hasta bir annesi, unuttuğunu sandığı halde sürekli gözünün önüne gelen hırpalayıcı bir aşk öyküsü ve parasını kazanmak zorunda olduğu sıradan ihtiyaçları vardı.

Televizyon şirketinin yakınında, yürüme mesafesinde bir cafe-restoran vardı, orada görüşmek için randevu verdi adı sanı belli olmayan hayranına.

Öğle haberlerinin kurgusunu bitirir bitirmez gitti buluşma yerine, yolda yürürken kendine ne kadar özen gösterdiğini fark etti. Kotu, bluzu çekip saçlarını toplamadan ve basit bir makyaj bile yapmadan yaşadığı kurgu odasından, saçları itina ile toplanmış, makyaj yapılmış ve gök mavisi kuşanılmış bir kıyafetle çıktı, kimine göre hücresi olmuş kimine göre hayat merkezi odasından.

Restoranın bahçesinde yalnız oturan adamı gördüğünde anladı o olduğunu, anlamaması imkansızdı, çünkü onu tanıyordu.

Yirmi yaşının Ankara’sına gitti o anda, on beş yıl öncesine…

Etlik’te bir sokaktaydı… Sevgilisi üniversiteyi, kendisi 2. sınıfı bitirmişti ve birlikte Ankara’ya gitmişlerdi. Müstakbel nişanlısı, Milli Eğitim Bakanlığı’na iş başvurusu yapacaktı. Hem başvuruyu yaptılar, hem güzel vakit geçirdiler başkentte.

Aynı mahallede farklı evlerde kalmışlar-kendisi arkadaşının evinde, o akrabasının- sabahına onun anahtarları teslim etmesiyle memleketlerine döneceklerdi.

Dönemediler…

Adam, anahtarı bırakmak için bir apartmana girdi ve bir daha çıkmadı…

Yani o çıkmadığını sanıyordu…

Sokak önünde birkaç volta attıktan sonra, üst yola, otobüs durağına yönelmiş ve onu beklemişti. Ve onu bir daha hiç görmemişti…

İşte bugüne değin…

Cep telefonlarının yaygın olmadığı bir zamanda sevgilisini sokak ortasında kaybetmişti.

Günlerce Ankara’da onu aramış, izine rastlayamamıştı. Neden sonra öğrenmişti eski sevgilisine gittiğini, onunla buluştuğunu ve kısa süre sonra evlendiğini…

O adam şimdi karşısında, bir masada oturmuş, onunla edebiyat sohbeti yapmak için bekliyordu!

O onu görmeden oradan ayrılıp, bu anı unutmak için her şeyi vermeye hazır olduğunu hissetti. Dönüp arkasını çekip gitmek…

Ama yapamadı…

Gitti, masasına oturdu, kollarını göğsünde kavuşturdu ve dik dik adama bakmaya başladı.

“Biliyorum” dedi adam, “beni gördüğün için şaşkın ve belki de öfke dolusun.”

“Ama eğer seninle kendi adımla iletişime geçseydim, şu an karşımda olmayacaktın, bunu ikimiz de biliyoruz.”

“Evet bir hata yaptım, seni terk ettim, gençlik coşkusunun peşine takıldım. Perec’in ‘Kayboluş’unda kaybolmuş bir harften farkım yoktu. Hayatım bir Frenhofer olmaya çalışmakla geçti. Mükemmeliyete varmanın insanlar üzerinden olacağı yanılgısına düştüm. Kısa süren evliliğimden sonra savurdum kendimi dünyanın dört bir yanına. Ama vicdanım hep peşimden geldi. Kavafis her akşam kulağıma fısıldıyordu “başka deniz yok” diye…

Yılları tükettim ve sonra bu kente düştüm senin de burada olduğunu bilmeden. Televizyonu ilk açtığımda seni gördüm, benim sana ilk günlerimizde söylediğim şiiri okuyordun. Victor Hugo’nun şiirini:

“Desem,

Diyebilsem ki sana

Seni seviyorum

Ama diyemem

Söyleyemem

Çünkü aramızda dağlar, denizler

Ve en önemlisi benim kahrolası gururum var”

Gururum yüzünden değil, suçluluğum ve vicdanım yüzünden çıkamadım karşına. Ama seni görmeden duramazdım. Her programını izledim, adının yazdığı her haberi, her programı…

Bir şans daha ver bana ne olur, aradan geçen yıllara inat, yeniden başlayabilmek için.”

**

Oysa ne güzel başlamıştı her şey…

Kurgucu değil yönetmen olma hayalleriyle gitmişti İstanbul’a. Marmara Üniversitesi Radyo-TV ve Sinema bölümünü kazandığında mutluluktan uçuyordu. Bu işin okulunu hem de olması gereken kentte okuyacak, düşlerindeki mesleği yapacaktı.

Birinci sınıfın sonuna dek hayatı sadece okuldan ibaretti. Onunla tanışana değin…

Sahaflar Çarşısı’nda tanışmışlardı, Beyazıt’ta. Arkadaşlarıyla güzel bir gün geçiriyordu, kitapların arasında. Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşımız diye tanıştırdılar onu.

Bir gülme geldi ona bakınca. O sıralar Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanını okuyordu ve onun da elinde aynı kitap vardı. Ama gülme güdüsünün nedeni bu tesadüf değil, bu edebiyat öğrencisinin görünüşünün de romandaki Ömer karakterine benzeyişiydi. Onun gibi düz ve uzun saçları vardı ve kafasındaki şapkadan sarkan saçları alnından kaşlarını örtecek derecede uzanıyordu. Bir tek gözlüğü eksikti. Hızlıca konuşması bile kitaptan fırlamış gibiydi. Romana yeni başladığı için bu ayrıntılar dikkatini çekti ve içinden “bir vapurda karşılaşmamız eksik” diye geçirdi.

Ondan etkilenmişti. Ama tutku derecesinde bağlanacağını o an biri söylese şiddetle itiraz ederdi.

O günden sonra çok sık görüştüler. Onunla edebiyat sohbetleri yapmak, İstanbul’u saatlerce arşınlayıp bu eşsiz şehrin dokusunu hissetmek çok hoşuna gidiyordu. Onun hem okulda derslerden edindiği bilgileri, hem delice okuma tutkusu sayesinde kitaplardan öğrendiklerini kendisiyle paylaşması hem ufkunu, hem kalbini açıyordu.

Kâh sabah erkenden Ortaköy’den vurup kendilerini yollara Rumelihisarı’na kadar yürüyor,

Kâh Orhan Veli heykelinin iki yanına geçip onunla sohbet ediyor,

Kâh Aşiyan Müzesi’ni ziyaret ediyorlardı.

Galata Kulesi’nin önünden geçerken, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın oğlu Vedat’ın daha 17 yaşındayken kuleden atlayıp intihar ettiğini ondan öğrenmiş, gün boyu şairin şiirlerini okuyarak acısını hissetmişlerdi.

Victor Hugo’nun şiirini de Heybeliada’da dinlemişti ondan. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın evinin bahçesinde… Adanın en tepesinden boğaza bakarken birbirlerinden hiç ayrılmayacaklarını düşünüyordu. Edebiyat ve sinemanın gerçek hayatta ancak bu kadar güzel birleşebileceğini sanıyordu.

Altı ay sonra acı tarafıyla karşılaştı hayatın. Bir hafta sonu hiç haber alamadı ondan ve sonra öğrendi ki, Ankara’ya gitmiş, bir türlü aklından çıkaramadığı çocukluk aşkıyla buluşmuştu. Bunu itiraf ettiğinde yalvar yakar ağlıyordu karşısında, kendisini affetmesini, bunun bir daha olmayacağını ve onu hayatından tamamen çıkarması için bu yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu ve artık hayatında sadece kendisinin olması gerektiğini anladığını söylüyordu.

Aldatılmıştı…

Günlerce uzak durmasına rağmen kopamadı ondan ve inandı. Bunun bir daha olmayacağına inandı…

Onu Ankara’da sokak ortasında kaybettiğinde ve günlerce izine rastlayamadığında da inanmanın ne kadar yanlış olduğunu anladı…

Okulunu bitirdi ama bu travmayı atlatamadı. Gerçek dünyanın acılarından korunmak için kurgu dünyasına atıldı. En sonunda da annesini alıp bu küçük kente geldi, daha da küçültmek için dünyasını.

**

Hala konuşuyordu karşısında ve dudaklarından çıkan harflerin hiç biri kulağına anlamlı sözcükler olarak ulaşmıyordu. Geçen yarım saat boyunca yıllar süren bir yolculuk yapmıştı kendi içinde.  

Kolları göğsünde, gözleri gözlerine sabitlenmiş, dinledi sadece. Tek kelime etmedi.

Karşısındakinin konuşması bitince de kalktı gitti. Hiçbir şey söylemeden, tek kelime etmeden ve tek gözyaşı dökmeden...

Televizyon binasına döndü, stüdyoya girdi ve yeni bölümünü çektiği programına başladı.

“Değerli kitap dostları, bugün programımızı  Attila İlhan’ın dizeleriyle açıyoruz:”

“Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesimle ağlayarak
Sen benim hiçbir şeyimsin”