“İnsanlardan nefret ediyorum.”
“İnsanları sevmiyorum.”
“Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi insan.”
“İnsan doğası iyi değil kötüdür ve hayatta kalmak için her kötülüğü yapmaya yatkındır.”
Bu tür cümleler zaman zaman aklınızdan geçiyor veya tamamen böyle düşünüyorsanız mizantrop olabilirsiniz.
Mizantropi, insanlardan nefret etmek, ürkmek, sevmemek anlamına gelen Fransızca kökenli bir kavram. Bir hastalık değil, doğrudan bir hastalıkla ilişkili de değil. Daha çok bir tepki hâli diyebiliriz.
Özellikle modern dönem olarak adlandırılan son iki yüz yılda dünyanın ve insanlığın geldiği noktanın sebebine yönelik bir bakış açısı denebilir. Bu düşünceye sahip insanlara da mizantrop veya mizantropist deniyor.
20. yüzyılın en önemli filozoflarından Emil Cioran’ın şu cümlesi mizantropiyi özetliyor: “İnsan dünyanın kanseridir.”
Burada aslında “insan” kelimesini “insanlık” olarak anlamak daha doğru. Yani nefret edilen ya da sevilmeyen tek tek insanlar değil, tarih boyunca insanlığın dünyayı getirdiği nokta.
Tarih boyunca doğaya, diğer canlılara, gezegenimize sürekli zarar veren insanlığın verdiği bu zararlar teknolojinin ve iletişimin gelişmesiyle çok daha görünür hale geldi ve çoğu insanda kendi türüne karşı bir nefret ya da sevmeme, mümkün olduğunca insanların olduğu kalabalıklardan uzak durma, kendi içine kapanma duygusu ve isteği gelişti.
Mizantropi hümanizmin zıttı değil aslında ama ilk bakışta öyle gözüküyor.
Hümanizm bilindiği üzere dilimize “insancıllık” olarak çevirebileceğimiz, “insanmerkezcilik” olarak da adlandırabileceğimiz bir kavram. Yüzlerce yıllık geçmişi olan felsefi bir öğreti olmasına rağmen günlük hayatta sadece “insanları sevdiğimizi” anlatmak için “ben hümanistim”, “çok hümanist bir insanım ben” kalıplarıyla basitleştirdiğimiz için bir duygu durumu gibi algılanıyor.
Oysa hümanizm tanımı gereği “sevgi” içermez. Hümanizm aklı ön plana alan bir öğretidir. Günümüzde insan hakları, ifade özgürlüğü gibi kavramlar birkaç yüzyıl öncesine kıyasla bu denli geliştiyse hümanizm sayesindedir. Üstelik hümanizm sadece insanı değil doğadaki diğer canlıları ve onların haklarını da aynı derecede önemser.
Mizantropinin zıttı nasıl hümanizm gibi görünüyorsa eş anlamlısı olarak da merdümgirizin kullanıldığını görüyorum ki bu da bence pek doğru değil.
Merdümgiriz, Farsçadan dilimize geçmiş bir kelime ve “insan içine karışmaktan hoşlanmayan” anlamına geliyor. Türk Dil Kurumu sözlüğünde tam olarak şöyle tanımlanıyor: “İnsan içine karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan (kimse); mizantrop.”
TDK, merdümgirizi mizantrop ile eşleştirmiş. Oysa merdümgirizde bir nefret etme, insanı ve insanlığı suçlama gibi bir durum yok. İnsanlardan hoşlanmama, yalnızlığı tercih etme gibi bir davranış var. Daha çok münzeviye yakın bir kavram.
Münzevi de Arapça kökenli bir sözcük ve şöyle tanımlanmış sözlükte: “Topluluktan kaçan, yalnız başına kalmayı seven.”
Görüldüğü gibi merdümgiriz, mizantropiden çok münzeviye yakın bir ruh hali.
Mizantropiyi nasıl Cioran’ın “insan dünyanın kanseridir” sözünün çok iyi açıkladığını düşünüyorsam, merdümgiriz sözcüğü de ne vakit karşıma çıksa Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki şu cümle aklıma gelir:
“İnsanları genel anlamda seviyorum ama kimseye tahammülüm yok.”
Günümüzde hayat o denli hızlı akıyor ki, enikonu mekanik bir yaşam sürmeye başladık. Sürekli bir şeyler yapmak “zorunda” olduğumuz, dinlenme zamanlarımızın bile bizim için programlandığı, bize sunulduğu, hatta satıldığı (dijital platformlar, tatil paketleri, alışveriş merkezleri vs..) bir döngünün içerisindeyiz. Bu koşturmacanın ortasında eminim ki çoğu insan en azından bir süreliğine yalnız kalmak, insanlardan uzaklaşmak istiyor. Bu da aramızda birçok insanın en azından potansiyel olarak bir merdümgiriz, münzevi, hatta mizantrop olduğu anlamına geliyor.
Hümanizm, mizantropi, merdümgiriz, münzevi… Bu kavramları bir arada düşünmeme yakın zamanda okuduğum bir kitap sebep oldu: Erlend Loe’nin Doppler isimli kısa ama etkileyici bir romanı. (Erlend Loe, Doppler. Çeviren: Dilek Başak. YKY)
Düzenli, başarılı bir hayat sürerken bir anda evini ve ailesini terk edip şehrin yakınındaki ormana yerleşen Doppler’in hikâyesi, yazarın mizahla örülü şahane üslubuyla anlatılıyor.
Kuzey Avrupa edebiyatını okumayı seviyorum. Norveç, İsveç, Danimarka, İzlanda edebiyatından birçok yazar okudum. Norveç’in günümüzde en çok okunan yazarlarından olan Erlend Loe ise beni en çok etkileyenlerden biri oldu. Özellikle Doppler, günümüz modern insanının yaşamına keskin bir bakış atan, arka kapağındaki ifadeyle “süpermarket rafları ve televizyon programlarıyla kuşatılmış” orta sınıf kent yaşamını gülümseten bir üslupla anlatan bir eser.
Romanın kahramanı Andreas Doppler iki çocuklu bir aile babası. Çok güzel bir evi, çok başarılı olduğu bir işi var. Bir gün ormanda dolaşırken bisikletten düşüyor. Otların arasında yarı baygın bir halde uzanırken, uzun zamandır hissetmediği bir huzur doluyor içine. Birkaç gün sonra işini, evini ve ailesini terk edip ormana taşınıyor. Orada Bongo adını verdiği yavru bir geyikle yaşamaya başlıyor.
Ormanda “avcı toplayıcı” bir yaşam sürmeye başlıyor. Orman şehrin yakınında olduğu için bir süre sonra takas ekonomisine geçiyor.
“Bir daha asla fatura ödemeyeceğim. Takastan, hırsızlıktan ve ormandan geçineceğim. Ben ölünce de orman benden geçinecek. Anlaşma böyle.”
116 sayfalık romanın ilk cümlesi: “Babam öldü.”
Hemen aklımıza Albert Camus ve Yabancı romanı geliyor. Onun da ilk cümlesi “Bugün annem öldü” idi. Camus hemen ardından ikinci cümlede “Belki de dün, bilmiyorum” diyordu.
Absürdizmin ve varoluşçuluğun usta yazarı Camus’yü Loe’nin ilk cümlede bize anımsatması boşuna değil. O da bize Doppler’i anlatırken modern insanın varoluş sancısına odaklanıyor aslında.
“Babam öldü” cümlesinin ardından gelen cümle: “Dün bir geyik avladım.”
Ve böylece yazar ilk cümlede varoluşu sorgulayacağı mesajını verirken ikinci cümlede bunu insanın hayatta kalma mücadelesiyle yani sadece düşünce düzleminde değil doğrudan gündelik hayatın içinde yapacağını vurguluyor. Bizi de o hayatın içine alıveriyor.
Avladığı geyik de yukarıda Bongo diye andığımız geyiğin annesi. Hayatta kalmak için geyik avlıyor, yaşama tutunurken de Bongo’yu arkadaş ediniyor, onunla sürekli konuşuyor. Tutunmak demişken, Doppler de bir tutunamayan aslında ve okurken çoğu kez Oğuz Atay’ın tutunamayan kahramanlarının aklımıza gelmesi boşuna değil.
Orman şehrin yakınında olduğu için Doppler tam anlamıyla modern hayattan kopmuş denemez. Zaten bir süre sonra onun gibi ormana yerleşen birkaç insanla birlikte yaşamı bambaşka bir hal alıyor.
Doppler şöyle diyor: “İnsanlardan hoşlanmıyorum. Yaptıklarından hoşlanmıyorum. Temsil ettiklerinden hoşlanmıyorum. Söylediklerinden hoşlanmıyorum.”
Doppler kendi hayatını ve geldiği noktayı anlatırken okurun da kendi yaşamını sorgulamasına yol açan şu cümleleri söylüyor:
“Çok başarılı oldum. Yuvada başarılıydım. İlkokulda başarılıydım. Ortaokulda başarılıydım. (…) Başarılı bir öğrenciydim, süper başarılı bir sevgilim oldu, diğer bütün işlere on basan bir iş teklifi aldıktan sonra başarılı dostlarımın arasında, başarılı bir şekilde evlendim. Sonra başarıyla büyütttüğümüz çocuklarımız oldu, başarılı bir şekilde elden geçirdiğimiz bir ev aldık. Bütün bu başarıların ortasında yıllarca dolanıp durdum. Başarılarla yattım, başarılarla kalktım. Başarılarla uyudum. Başarı soludum ve yavaş yavaş yaşamımı yitirdim. Şimdilerde olan bitene böyle bakıyorum. Allah çocuklarımı benim kadar başarılı olmaktan korusun.”
Sürekli bir şeyler yapmak zorunda olduğumuzdan, hep bir meşguliyetimizin olmasından söz ederken şöyle diyor Doppler:
“Ne pahasına olursa olsun sıkılmak istemiyoruz ancak ben, sıkılmaktan hoşlandığımı fark ettim. Sıkıntının hakkı yeniliyor.”
Ne dersiniz, sıkıntının hakkı yeniyor mu?
Ve siz kendinizi hangisine yakın hissediyorsunuz:
Hümanist, mizantrop, merdümgiriz, münzevi…