Doğduğunda 2. Dünya Savaşı yeni bitmiş, savaştan uzak kalmasına rağmen sıkıntılar çeken ülkemiz yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Batı Anadolu’da, şehir merkezinde dünyaya gelmesine rağmen, 70 yıl öncesinin Türkiye’sinde kızların okula gitmesi, eğitim görmesi, kendine ait bir meslek edinmesinin uygun görülmediği bir çevrede ve bir ailede büyümüştü.
O yüzden eğitim hayatı ilkokul 5’le sınırlı kaldı…
18’ine bastığında nişanladılar. Nişanlısı Manisa’nın ‘eşraf’ takımından, zengin bir ailenin çocuğuydu. Aslında anlam da verememişlerdi, böyle bir aile neden bizden kız ister diye.
Hiç tanımadığı biriyle nişanlanmıştı ama nişanlısına ısındı, çok sevdi. Son derece kibar, anlayışlı, duygulu bir adamdı. Büyüklerine saygıda kusur etmiyordu. Geleneklerine bağlı, neşeli, konuşkan bir adamdı.
11 ay nişanlı kaldılar. Görücü usulü olarak başlasa da, âşık olmuştu müstakbel eşine.
Evlendiler.
Evlenince anladı ki, bu kadar iyi kalpli adamın bir zaafı vardı: Alkol…
Nişanlıyken, onunla görüşeceği her gün, karanfil çiğner de gelirmiş yanlarına, alkol kokusu anlaşılmasın diye…
Çok uğraştı alkol bağımlılığından onu kurtarabilmek için ama başaramadı. Her akşam alkol alsa da, kendisine, çocuklarına hiç kötü davranışta bulunmadı. Hep sevdi, kolladı onları…
İlk çocukları, doğuştan bir rahatsızlıkla katıldı aralarına: “kalbi delik” doğmuştu.
Yaklaşık 10 yıl boyunca hastaneler ikinci evi oldu.
Kocası alkolü bir sığınak yaptı kendine ve daha çok içmeye başladı. Bir yandan hasta bir çocuk, bir yandan ele avuca sığmaz kardeşi, bir yandan henüz bebek yaşlarında diğer çocuk… Diğer yandan alkolik bir koca…
Dört erkeğin arasında çaresizce çırpındığı yıllar geçirdi.
11 yıl evli kaldılar…
11. yılın sonunda alkol duvarını aşan adam, hayata veda etti. Geride gözü yaşlı bir eş, 3 çocuk bırakarak…
Hasta oğluna söyleyemedi babasının öldüğünü.
Ve 10 gün sonra oğlunun bedeni de yenik düştü hastalığa. İki hafta içinde kocasını ve oğlunu toprağa verdi.
Ortanca oğlunu eşinin ailesi aldı ve ona haftalarca yüzünü göstermediler. Ancak bir hukuk mücadelesi sonucu alabildi oğlunu geriye.
Küçük oğlu 3 yaşında ve her şeyden habersizdi.
Ne yapacağını bilemiyordu ve aklına gelen tek şey çalışmaktı.
Ama babası izin vermedi. Ona yeni bir koca bulup evlendirdiler. Kendinden epeyce büyük yeni eşinden bir erkek çocuk daha dünyaya getirdi.
Eşi ona ve çocuklarına bakarken, o da yıllar geçtikçe yaşlanan eşine baktı. Karşılıklı bir minnet alışverişiydi bu, sessiz, sakin, sorgusuz yıllar…
Yaşadığı hiçbir şey onu hayattan koparmadı, daha çok hayata bağladı. Öldürmeyen acı daha çok güçlendiriyordu insanı gerçekten ve o hep daha güçlü, daha dayanıklı oldu.
Ve daha neşeli, daha sevgi dolu…
Çünkü biliyordu ki, onu en çok çocukları hayata bağlıyor ve onların varlığı ona yetiyordu.
Hala ilk çocuğunun doğum gününü kutlar.
Hala henüz 30 yaşında onu hem evlatsız, hem kocasız bırakan günleri acıyla anar.
Ne evlilik yıldönümünü unutur, ne ölüm yıldönümlerini…
Arada rüyasına girdiğinde dertleşir 36 yaşında göçüp giden adamla…
Her acı onu hayata daha çok bağlamıştır, Anadolu insanına özgü, hani o artık unutulmaya başlanan vakur duruş, ölümü de doğum gibi doğal karşılama, başa gelen her şeyin bir nedeni, bir anlamı olduğu tevekkülü, yaşama karşı duruşudur onun.
Tekâmül dediğimiz şeyin vücut bulmuş halidir.
Annemdir kendisi…
Ben 3 yaşındayken bilincinde olmadığım acıları yaşayan kadın…
Hani Aziz Nesin diyor ya o güzel şiirinde;
“Bütün anneler, annelerin en güzeli,
Sen, en güzellerin güzeli…”
Benim annem de işte herkesin annesi gibi en güzellerin güzeli…
Başta canım annem olmak üzere bütün annelerin günü, her günü kutlu olsun…