Engin Topuz- Aşkın Manisa Hali

  Adı Hayal’di... Hayalimdi... Çeyrek yüzyıl önceydi. Yüreğimde hala izini taşıdığım bir aşkı geçen yüzyılda Manisa’da yaşadım. Hayal gibi bir aşktı. Üstelik o hayalle tekrar yüzleşeceğimi düne kadar bilmiyordum... Manisa’da 1900’le b

Abone Ol

 

Adı Hayal’di...

Hayalimdi...

Çeyrek yüzyıl önceydi.

Yüreğimde hala izini taşıdığım bir aşkı geçen yüzyılda Manisa’da yaşadım.

Hayal gibi bir aşktı.

Üstelik o hayalle tekrar yüzleşeceğimi düne kadar bilmiyordum...

Manisa’da 1900’le başlayan yıllarda âşık olduysanız, şehirdeki mekânların biraz daha farklı bir anlamı olur sizin için.

O günden bu güne ayakta kalabilen mekânlar, sizin için sadece bir kafe, bir park, bir pastane değildir. Her biri anılarınızı yaşatan ve yaşlandığınızı duyumsatan size özgü bir müzedir sanki. Çoklukla aldırmazsınız ama zaman zaman çağrışımlar gönderir size bu yerler. Bir saniye içinde geçmişe gidip geliverirsiniz.

Artık olmayan Cafe Tilla’nın önünden geçerken örneğin, o kafenin üst katında vaktiyle söylediğiniz veya duyduğunuz aşk sözcükleri yıllar öncesinden gelip yapışıverir zihninize.

Ya da Bonjour Cafe’nin sokağına girdiğinizde, ‘Hasan Abi’yi arar gözleriniz...

Lise çıkışlarında geldiğiniz günlerdeki gibi, Hasan Abi’yi tost makinesinin başında, sokağı da Aşkın Nur Yengi’nin “Sevgiliye” albümünün tınıları kaplarken hayal edersiniz.

Hükümet konağının civarındayken Emekliler Parkı’nda artık olmayan Cem Cafe canlanır gözünüzde ve bir an kendinizi geçmişe giderken yakalayabilirsiniz.

Dedim ya 25 yıl önce âşık olduysanız Manisa’da, şehir de aynı canlılığıyla yaşar belleğinizde.

*

Aşkın Manisa hali bir başkaydı yıllar önce...

Şimdiki gibi bina çatılarında açılan kafeler, cafettolar, kahve diyarları, burger kingler falan yoktu bizim gençliğimizde.

Ama Fame Cafemiz, Cafe Bonjorumuz, Tillamız, Cem Cafemiz vardı...

Özsüt Pastanesi, Bolulu Hasan Ustalar da yoktu.

Ama Penguen Pastanesi vardı, Pamela Sergen Pastanesi vardı, Taç Pastanesi vardı...

Canımız pizza istese tek seçeneğimiz Pizza Napoli’ydi...

Bugünkü Evkur binasında çay partileri düzenlenirdi...

Teknolojinin bu kadar hayatımıza girmediği yıllardı.

O yüzden aşklarımızı smslerle facebooklarla değil, gözlerimizin içine bakarak, Alpay şarkıları, Sezen şarkıları dinleyerek yaşardık.

Fuat Abi’ye, Tangül’e sevdiğimiz şarkıların listesini verir, kendi kasetlerimizi yaptırır, “teyp”lerde dinlerdik.

En merkezi buluşma yerimiz Fatih Parkı’ydı. O büyük çay bahçesinin tüm masaları dolu olur, duvarlarında otururduk. Arkadaşını arayan önce oraya bakardı.

Naiftik, cıvıl cıvıldık.

Umutlarımız ve hayallerimiz vardı...

İşte benim de hayalim ilk Fatih Parkı’nda çıktı karşıma.

Sabah akşam Alpay’ın “Gitme” kasetini dinlediğim günlerdi. Onu görür görmez “Gözlerin” şarkısını mırıldanırken yakaladım kendimi.

“Yeşil bir alev birden büyüdü yangın gibi ruhumu sardı
Aydınlandı dünyam seni görünce tüm sevgiler mazide kaldı
Avare gönlüm senin yemyeşil gözlerine takıldı kaldı.”

Biz arkadaş grubumuzla çay bahçesinin parka bakan ana giriş kapısının sağındaki duvarlara tünemiştik, o ve iki arkadaşı ise kapının önünde sohbet ediyorlardı. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu. Gülümsemesi gözlerimle buluştu. Usulca başını çevirirken yeşil gözlerini bende bıraktığını hissettim. Bahçeye girerlerken ben hala daldığım bir rüyada duyumsuyordum kendimi…

Aylardan Eylül’dü ve yine Alpay’ın dediği gibi Eylül’de gelmişti beklediğim ışık. Aynı şarkıdaki gibi, sanki “ağaçlar sevinçten başıma konfeti gibi yaprak döküyorlardı.”

İlk orada gördüm ama tanışmamız Cem Cafe’de oldu. Manisa gibi bir yerde her zaman ortak

arkadaşlar vardır. Bizim de tanışmamız öyle oldu. Çabuk anlaşılan, hemen ortak noktalar bulunabilen, çıkar gözetmeyen yaşlardaydık. Adının Hayal olduğunu duyduğumda içimi tarifsiz bir coşku kapladı. Bir insana ismi ancak bu kadar yakışır diye düşündüm.

Lise son sınıftaydık. Manisa Lisesi’nde.

İstanbul’dan Manisa’ya yeni geldiklerini ve 1 hafta önce bizim okula başladığını öğrendiğimde, o 1 hafta nasıl oldu da karşılaşmadık diye hayıflandım.

Her şey çok hızlı gelişti. “Çıkma”ya başlamamız, birbirimize delice tutulmamız, gelecek üzerine hayaller kurmamız, Manisa sokaklarını el ele dolaşarak arşınlamamız...

Evleri Bilge Dershanesi sokağındaydı. Her sabah onu Cem Cafe’de beklerdim. Buluşur, okula birlikte giderdik. Cem Cafe’yi neredeyse Ekrem Abi ile birlikte açardık. Ekrem Abi kafeyi açar, daha fötr şapkasını çıkarmadan ben damlardım. ‘Hayalim’ gelene kadar Ekrem Abiyle gerçek dünyadan laflardık. Tam 8 ay, okulun açık olduğu her sabah, Cem Cafe’de buluştum onunla. İnsanın güne sevdiğiyle başlaması, bu hayatın bize sunabileceği en değerli nimetlerdendir.

Whatsappımız yoktu bizim ama mektuplarımız vardı. Cep telefonları değil ama birbirimizi düşünerek dinlediğimiz şarkılarımız vardı. Başımızda kavak yelleri esiyordu. Ceplerimizde küçük harçlıklarımız, yüreğimizde sevgimiz. Ve gerçek sandığımız umutlarımız...

Her gece Alpay’ın “Gözlerin” şarkısını dinleyerek uyuyor, her mektubumu “Yanımda Kal” ile bitiriyordum.

Ama hayatın şarkılardaki gibi olmadığını büyüdükçe anlıyor insan.

Her aşk gibi şarkılara hapsoldu bizimki de...

Biz büyürken sevgimiz eridi. Kişisel yolculuğumuz “bizim” yolumuz olamadı.

Hayal’in hayalleri büyüktü. Bu kent onu boğuyor, umutlarına ket vuruyordu. Büyük şehirde üniversite okumak, “büyük” insan olmak istiyordu. Beni de onun peşinden gitmeye zorluyordu. Oysa öylesine ders dışı bir insandım ki ben, sınavı kazanamayacağım apaçık ortadaydı. Boşa geçirdiğim yılların açığını son bir iki ayda kapatamazdım. Sonraki yılı düşünebilirdim ancak. Onun hırsları, benim hayallerim vardı. Onun planları benim hedefsizliğimi eziyordu. Üniversite sınavı yaklaştıkça uzaklaşmaya başladı benden. Beni ne kadar çalışmam için iteklerse, ben o kadar kaçıyordum. Bir sonraki yıla daha iyi koşullanıp hazırlanmam gerektiğini anlatamıyordum. Her şeyin hemen olmasını istiyordu. Acelesi vardı...

Onun acelesi beni avareliğe, telaşı boş vermişliğe sürükledi. Giderek birbirini iten kutuplara dönüşmüştük.

Sınavı kazanmasın diye dua eder hale gelmiştim. Kazanırsa onu kaybedeceğimi biliyordum.

Kazandı…

Kaybettim...

İstanbul’a gitti. İlişkimizin süreceği ile ilgili sözlerimizin, seneye benim de onun yanına gideceğime ve yeni bir hayata başlayacağımıza dair planların gerçeğe dönüşmeyeceğini gözlerinde okuyordum.

Sonrası; giderek sıklığı azalan telefonlar, yanıt verilmeyen mektuplar ve onun gibi “büyük” hayalleri olan başka birinin hayatına girdiğinin öğrenilmesiyle dökülen gözyaşları...

*

İnsan unutmaz. Unuttuğunu sanır.

Ben de unuttuğumu sandım yıllarca.

Ama internetin gelişmesiyle birlikte onun izini ararken yakaladığımda kendimi, unutmadığımı anladım. Unutmak istemediğimi.

Hayat dönüştürüyor insanı.

Yüreğimize parça parça bırakılan sızılar, bizi büyütüyor ama yaşlandırıyor da...

Onu bir daha hiç görmedim.

Düne kadar...

Dün onu görmeseydim, bunları yazmayacaktım.

Cafetto’da kahvemi içerken karşıdaki artık başka bir dükkan olmuş Cafetilla’nın olduğu yere gözüm takıldığında bedenimi kaplayan sızıyla...

Sultan Restaurant’ta biramı yudumlarken Fatih Parkı çay bahçesinin duvarlarına takılan gözlerimdeki buğuyla benim aramdaki bir sır olarak kalacaktı.

Ama dün onu gördükten sonra yazmak istedim. Bu aşktan bir iz kalsın istedim.

Sıklıkla kitabımı alıp Cem Cafe’ye giderdim. Son zamanlarda artık eski mekanıma yakın olduğu için mi bilmiyorum, kitap okuma durağım Cumhuriyet Meydanı’ndaki Kahve Durağı olmuştu. Boş bir masa kollarken, girişteki masada tablet bilgisayarını açmış ekrana bakan birini gördüm.

Hayal’di. Hayalimdi...

O eşsiz gülümsemesini ince dudaklarının arasından ekrandaki bir video veya resme yolluyordu. Saçları kısa ve kızıl olmuştu. Oldukça sağlıklı ve mutlu görünüyordu. Yalnızdı. Bir gözü ekranda, çayını yudumluyordu.

Ben onu gördüğüm an olduğum yerde kalakalmıştım. Bir yandan ekranda gördüğüne gülmeye devam ederken başını yukarı kaldırdı ve beni gördü.

Gülmesi kesilmedi. Neşe içinde yerinden kalktı ve bana yöneldi;

“Seni göreceğimi umuyordum, yanılmamışım” dedi ve ‘eski bir arkadaşa’ sarılır gibi sarıldı bana.

Karşısına oturttu ve anlatmaya başladı.

‘Büyük’ bir reklam ajansı varmış, “Hayal Mahsulleri Ofisi”… Bir iş için İzmir’e gelmiş, bu tarafa gelmişken buraya da uğrayıp bir iki eski arkadaşı görmek istemiş. Onlarla görüşmüş, bu akşam İzmir’den uçakla dönüyormuş İstanbul’a. Numaram olmadığı için beni aramamış ama ‘ne de olsa Cem Cafe’ye uğramadan yapmaz, gidip orada biraz takılayım gelirse görüşürüz’ diye düşünmüş, bakmış ki Cem Cafe’nin yerinde yeller esiyor, gelip buraya oturmuş.

Hayal... Hayal Mahsulleri Ofisi... Bir iki eski arkadaş... Cem Cafe’ye uğrar nasıl olsa... Hayallerim... Gerçekler...

Tepetaklak olmuştum. Beni yüz yıl öncede kalan bir arkadaş olarak anımsıyordu sadece. Geçmişindeki yerim kısa bir çizgiden ibaretti. Şaşkın ve üzgündüm. Bir hüzün kapladı içimi.

“Ee ne okuyorsun bakalım”, dedi, elimdeki kitaba baktı;

“Ah’lar Ağacı, Didem Madak… Duymadım adını hiç, şiir de pek okumuyorum zaten. Ama sen hala duygusal takılıyorsun anlaşılan? Çok ah çekme iyi gelmez…”

Ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim” dedim, anlamaz bir ifadeyle yüzüme baktı…

 Saatine bakıp geç kaldığını söyleyerek apar topar kalkıp gittiğinde gözlerim ardında takıldı kaldı.

Alpay’ın “Gitme” şarkısı çalıyordu bir yerde ya da ben öyle istiyordum.

“Sislendi dünya eskisi gibi
Nerde başladıysa orada bitti
Rüya gibi
Rüya gibi
Kalbim nasıl sızladı sen dönüp gidince
Seslendim ardından duymadın
Gitme!..”