Çok satan bir kitap: Şah& Sultan- İskender Pala.
Verilen izlenime, yaratılan ortama bakarsanız, ne kadar ulvi bir amaca hizmet ediyor!
Sünni- Alevi kardeşliğini besliyor, yüceltiyor!
Çaldıran Savaşı’nı merkez alan kitap, Osmanlı hükümdarı Selim ile Safevi hükümdarı Şah İsmail’in iktidar savaşını anlatarak, -sözümona tarihsel temellerine inerek- olası Alevi açılımına zemin hazırlıyor.
Kardeşliği, hoşgörüyü savunuyor!
Kitabın edebi dili bir yana, tarihsel çarpıtmaları ustaca yaparak aslında ‘misyonunu’ yerine getirdiğini söylemek mümkün.
Okuduğumuz; tarihte gaddarlığı ile ünlü Selim’i aklayan, Alevilerin içinde bulunduğu durumun sorumluluğunu bile Alevilere yükleyebilen, bunu da ‘kardeşlik’ adına yapan bir ‘tarihsel roman’. Niyetini de zaten İskender Pala, Zaman Gazetesi’ne verdiği mülakatta ifşa etmiş:
“Eğer önceden üç romancıya roman yazdırılsaydı Kürtlerin Türklerle ortak geçmişi hakkında iki tiyatro eseri, üç sergi açılsaydı; film yapılsaydı sonra Kürt açılımı denseydi insanların bunu kabul etmeleri daha kolay olurdu. Düşündüm ki Kürt meselesinden sonra önümüzde yakın vadede görünen bir açılım var: Alevi açılımı. Bunu bir problem olarak ortaya çıkarmaktansa ben bir kitap yazayım, bunun bir problem olmadan çözülebilecek bir barış alanı olduğunu anlatayım istedim. En azından aydın sorumluluğumu yerine getireyim.” (*)
Alkışlar aydın sorumluluğuna!
Aynı sorumlu aydın, aynı röportajda, görevi de Alevilere yüklüyor:
“Sünnilerin Alevilerle ilgili fazlaca kompleks ya da dertleri yoktur. Ama Aleviler azınlık olduğu için Sünnilerle alıp veremeyecekleri bir şey vardır. Dolayısıyla çatışmada bir merkez aranacaksa Alevi bir kimlikten sıçrama yaparak alevlenecek. Bu Alevi yurttaşlarımıza Sünnilerle iyi geçinmenin tarihsel bir sürece sadakat olduğunu fark etmelerini söylüyorum.”
Görüyorsunuz değil mi?
Sünnilerin Alevilerle ilgili hiçbir problemi yokmuş!
Aleviler, kendi kendilerine dert ediniyorlar canım her şeyi!
Sorun varsa, ‘merkez’ aleviler olduğu için, en büyük görev de onlara düşüyor!
Son cümleye dikkat lütfen:
Yazarımız, Alevilerin Sünnilerle iyi geçinmelerinin “tarihsel bir sadakat” olduğunu söylüyor!
Kim söylüyor bunları?
Alevi açılımına, kardeşliğe, hoşgörüye katkıda bulunmak için, tarihsel bir roman yazma “sorumluluğunu hisseden “çok satan” ‘aydın’ bir yazarımız!
Şu maskelerimizi çıkaralım artık!
Ortama, havanın durumuna, zeminin kayganlığı veya sertliğine göre değiştirdiğimiz maskelerimizi atalım. Artık ardındaki yüzler saklanmıyor çünkü.
Riyayı bırakalım…
Ya dosdoğru söyleyelim, söyleyeceğimizi,
Ya da susalım!..
Yüzlerce yıldır ‘öteki’ durumuna getirilen, haksızca aşağılanan, sayısız eziyetlere maruz kalmış ve ülkenin her yerinde kimliğini gizleyerek yaşamak durumunda bırakılmış, bu ülkenin en aydınlık insanlarını,
Anadolu’yu ve Atatürk’ü sömürmeden seven ama hep sömürülmeye çalışılan alevi topluluğunu, önce genlerimizden ve bilinçaltımızdan kustuğumuz sözcüklerle yaralayıp sonra da yara sarmak için daha çirkin maskeler takmayalım.
Çıkaralım maskeleri, bırakalım riyayı…
Yurdun en aydınlık yüzlerini yıllardır kararttığınız yeter, bilgisizliğinize daha fazla alet etmeyin onları!
Aylar önce, kimliğinde hem sünni, hem alevi hem de kürt adı taşıyan ekranların ‘milli şovmeni’ Mehmet Ali ERBİL gibi, önce hakareti edip sonra da ‘gaf’ ve ‘cehaletin’ ardına sığınmayın!
Aleviler, yüzyıllardır ‘susan’ insanlardır. Onların bilgelikleri suskunluklarındadır. Konuşarak çözemezler birçok şeyi, susarak çözerler. Mustafa Kemal’i de sessiz bir ağırbaşlılıkla bağırlarına basmışlardır, onun kurduğu eğitim ordusuna da en çok neferi onlar vermişlerdir ve vermektedirler. Cumhuriyetin kurumlarına da çektikleri bunca acıya rağmen en çok onlar sahip çıkmışlardır.
Onlar sustular ama onları tanımadan dışlayan, okumadan anlatan, görmeden nefret eden sizler hep konuştunuz, konuştunuz. Ve sizin bıçak darbelerinize acı çığlığıyla yanıt vermeye kalktıklarında bile onları suçladınız. En iyisi siz susun! Riyadansa susun! Konuştukça, yazdıkça batağınız derinleşiyor…
Kitabınızın sonuna koyduğunuz kaynakçaya bakmak bile sübjektif bakış açınızı görmeye yetiyor. Ama sorun sadece bu konuda değil ki!
Bizim toplumumuzda iki yüzlülük hemen her alanda varlığını gösteriyor. İşimize geleni beğeniriz, aynı şeyi iki gün sonra yerle bir ederiz. Kendimizin göstermediği duyarlılıkları, hassasiyetleri, hoşgörüyü çok rahat karşı taraftan isteriz. Bunu hak görürüz.
Doğu toplumuyuz çünkü, bunu kabul edelim.
Biz ‘Sakallı Celal’in dediği gibi “Doğu’ya doğru giden bir geminin içinde Batı’ya doğru koşan insanların ülkesiyiz.”
Şark kafalıyız yani.
Şark kurnazı.
Bilmesek de biliyor görünürüz.
Duruma göre yapmadığımızı yapmış, yaptığımızı yapmamış gösteririz.
Duruma göre,
Çıkarımıza göre yani.
Hangisi işimize gelirse o tarafa kaymakta üstümüze yoktur.
Savarona örneğin;
Kral Faysalların gezinti yatı olurken,
Veya çürümeye terk edilirken,ya da 49 yıllığına satılırken sesimizi çıkarmayız da,
Skandala karıştığında hatırlayıveririz “Atatürk’ün Yatı” olduğunu.
Ya da müziğin dehası Mozart’ı örneğin,
Müziğinden dolayı değil, “Türk Marşı” diye bir bestesi olduğu için, Osmanlı’dan etkilenerek “Saraydan Kız Kaçırma” eserini yazdığı için, Mehter Takımından etkilendiği ve Türk Kahvesi tiryakisi olduğu için falan severiz. Yani Mozart’ı bile Mozart diye değil bize faydası dokunduğu, kompleksli gururumuzu okşadığı için severiz. Öyle olmasa, Mozart’ın bestesini, Mozart’ın yaşadığı şehirde, Mozart’ın vatandaşlarına çalıp ayakta alkışlanan Fazıl Say’ı niye yerin dibine batırmaya çalışalım ki?
Bizim kültürümüz altyapısı çatlak, omurgası eğri bir kültür olduğu için savruk ve tutarsız bakış açılarımız vardır.
Biz buyuz çünkü. Bir öyle, bir böyle…
Stadyumda maç boyu bütün tribün küfür eder: “üç- beş kendini bilmez” deriz,
Sanat galerisini basıp insanlara saldırırlar: “münferit olay” deriz,
Böyle şark kurnazlıklarıyla işin içinden sıyrılmaya çalışır, hatalarımızla yüzleşmekten kaçınırız.
Bir romandan nerelere geldik? Günümüzde bir romanı, ‘yalnızca bir roman’ deyip geçmemeli. Hele sonuna, üç sayfa “Kaynaklar” eklenmiş bir roman, sadece “roman” değildir!
Ayrıca bilinmeli ki, tarih, romanlardan öğrenilmez…
Maskelerimizi çıkaralım…
* Murat TOKAY, İskender PALA Röportajı, 09/10/2010, Zaman Gazetesi