1950'li yıllarda Türkiye'ye Balkanlardan göç dalgası başlamıştı. 
Her biri yürek yakan onca acı göç hikayesinden bir tanesi...
Türkiye'ye gidecek trene binmek için acele ederken , bir yandan doğdukları toprakları terketmenin , 
sevdiklerinden ayrılmanın dayanılmaz acısı... Diğer yandan Bulgar zulmünden bir an önce kurtulmak için Türkiye'ye giden trene acilen binmek...
Bulgar askerleri son deme kadar Türklere akıl almaz zorluklarla, despotluğa devam ediyorlardı. 
İstasyon ana baba günüydü. 
Türkler ellerinde valizler, çantalar, torbalar, sepetler...
Yanlarında çocukları...
Korku, telaş, üzüntü, belirsizlik...
Türkiye'ye gidememe endişesi...
Sonra tren yolculuğu ve Türkiye'ye yaklaştıkça artan heyecan ve endişe...
Edirne'ye varış.
Buraya kadar yazdıklarım,
Türkiye' ye Balkanlardan göçen soydaşlarımızın ortak kaderiydi sanki...
Bu ailelerden biri de sınırdan girince Balkanlı soyadını alan Hülya'nın ailesiydi...
1975 yılıydı,Balkanlı ailesi Türkiye'ye giriş işlemleri  bitip de Edirne'ye kalacakları yere geldiklerinde akşam olmak üzereydi. 
Edirne demek Türkiye demekti. Hülya hayranlıkla geniş caddelere,
büyük mağazalara ışıl ışıl vitrinlere bakıyor, kendisini rüyalar alemine gelmiş zannediyordu. 
Bulgaristan'dan gelirken Bulgar askerleri onları;
"Türkiye'de ceryan yok, yiyecek yok, sabun yok, insanlar aç. "Diye aldatmış, onlar da paralarının çoğunu ,kutu kutu mumlara yatırmışlardı.
Oysa Edirne'de akşam olunca, Balkanlı ailesi kendilerini cennete düşmüş zannettiler.
O an Hülya Bulgaristan'da adını duyduğu, kitaplardan okuduğu, resmini gördüğü ama tadını bilmediği portakalı hatırladı. 
Geçtikleri yerde portakalı sordu. 
En güzeli de bunu öğrenen bir manavın bir kasa portakalı onlara hediye etmesiydi. 
Balkanlı ailesi ertesi gün Manisa'ya geldiler. 
Evlerine yerleştikten sonra çevreyi tanımaya başladılar. 
Kahveler erkek ,sokaklar insan doluydu. 
"Herhalde bugün resmi tatil, onun için herkes evde."Diye düşündüler. 
Ertesi gün, ertesi gün, diğer günler hep aynı şeyi görünce sebebini sordular  ve duyduklarına inanamadılar. 
Evde sadece baba çalışıyordu. 
Çocuklar okula gidiyor , anneler ev işleriyle uğraşıyordu. 
Hele pazarlarda ve sofralarda gördükleri bolluk , bereket Balkanlı ailesini mest etmişti. 
Türkiye'ye gelmekle hem Bulgar zulmünden kurtulmuş, hem de  rahatlığın ve bolluğun içine düşmüşlerdi.
Manisa onlar için asıl yurtları, memleketleri olmuştu. 
Ancak Hülya'nın ninesi , 1950 lerde Türkiye'ye gelirken kalabalıkta oğlunun kaybettiği , o zamanlar bir buçuk yaşında olan ikiz torunundaydı. 
Onlardan önce gelip, Manisa'ya yerleşen oğlu, kayıp oğlunun acısını, yanında kalan ikiziyle avutmaya çalışıyor, ona her bakışında kayıp oğlunu hatırlıyordu. 
Annesi de yıllar önce kaybolan torununu bulma umuduyla Türkiye'ye gelmişti...
Kayıp torunları eğer yaşıyorsa yirmi iki yaşında olmalıydı. 
Azmiye nine o yıllarda Bulgaristan'dan gelen göçmenleri buluyor, kayıp torununun hikayesini anlatıyordu. 
Tabi ki bu aramalar sonuç vermedi...
Azmiye nine artık iyice yaşlanmıştı, ancak içinde torununu bulacağına dair umut capcanlı yaşıyordu. 
Bir gece bütün ailesini topladı. 
Hepsinden helallik alıp; eğer birgün torunu bulunursa,  mutlaka ikiziyle birlikte mezarına gelmelerini, kayıp torunu için  hazırladığı bohçayı vermelerini vasiyet etti.
Bu istek Azmiye ninenin yakınları için olmayacak duaya amin demekti. 
Öyle ya ikiz oğlanları Bahri eğer yaşıyorsa ki bu  onlar için imkansızdı onları tanır mıydı, kabul eder miydi ? 
Belki çoktan ölmüştü . Yine de peki diyerek söz verdiler. 
1979 yılında Azmiye nine kavuşamadığı torununun hasreti yüreğinde ,  vefat etti.
Aradan yıllar geçti, Azmiye ninenin ikiz torunu Fahri bir tedavi için eşi ve kızkardeşiyle Ankara'ya gitti. 
Fahri muayene için içeriye girince ,eşi ve kız kardeşi için heyecanlı bekleyiş başladı. İkisi de yürekleri pırpır çırpınırken dua ediyorlardı. 
Hastanenin geniş, kasvetli , bir o kadar da kalabalık koridoru korkularını artırıyordu.
Fahri için doktorlar kanser demiş, bu konuda uzman bir doktora , Ankara'ya göndermişlerdi.
Şimdi belki de hayatlarına yön verecek , kabul etmedikleri gerçeği öğreneceklerdi. 
Bir saate yakın zaman geçmişti. 
Fahri'nin kız kardeşi endişeyle doktor odasının  kapısına bakıyor, dalıp gidiyordu.
Ne kadar zaman geçti farkında değildi. Bir anda Fahri'yi doktor önlüğü giymiş, elinde dosyalar önünden geçerken gördü. 
Yerinden fırlayıp  kolundan tuttu;
" Fahri abam! Niye bu önlüğü giydin? Doktor ne dedi?
Doktor bir şey anlamamış bakışlarla kadına baktı;
"Ne dediğinizi anlamadım. Ben zaten doktorum.
Siz kimsiniz?
Fahri'nin kız kardeşi hem utanmış, hem şaşırmıştı.
Doktorun yakasındaki Bahtiyar Y. ismi yaptığı yanlışlığı anlamasına yetmişti. 
Özür dileyip yerine döndü.
Biraz sonra Fahri onları doktorun odasına çağırdı. 
Doktor kötü huylu tümörün ameliyatla alınabileceğini, erken evre olduğu için tedavinin mümkün olduğunu söyledi. 
Bu sözler yüreklerine su serpmişti. 
Artık umutlu bir tedavi süreci başlıyordu. 
Odadan sevinçle çıktılar. 
Koridorda biraz önce Fahri'nin kız  kardeşinin gördüğü doktorla gözgöze geldiler. 
Fahri'nin  kendine olan benzerliğine şaşıran doktor, onları odasına davet etti. Fahri'yle eşi de hayretler içindeydiler.
Doktor Bahtiyar aslen nereli olduklarını, hikayelerini sordu. 
Onların Bulgaristan'dan geldiklerini öğrenince kendisinin de 1955 yılında göçmenleri taşıyan trende bir Türk subayı tarafından bulunup evlat edenildiğini , bu gerçeği dokuz yaşında öğrendiğini anlattı. 
Fahri'nin kardeşi heyecanla;
" Annem ikizlerin sol küreğinde , ben gibi koyu büyük leke var diyordu.
Fahri'deki leke hala duruyor." dedi.  
Doktor da iyice heyecanlanmış, şaşırmıştı. 
Aileyi evine götürdü, kendi ailesiyle tanıştırdı. 
Gerçekten Fahri'nin kayıp ikizi Bahri'ydi , ama onu büyüten ailesi Bahtiyar adını vermişlerdi. 
Fahri'nin , ameliyatı  tedavisi, başarıyla tamamlanmıştı. 
Manisa'ya birlikte döndüler. 
Ve Azmiye ninenin mezarını de hep birlikte ziyaret edip vasiyetini yerine getirdiler. 
Bir hastalık ; önce bir vuslatın , şifanın, sonra da bir vasiyetin gercekleşmesine ve bir ailenin birleşmesine vesile olmuştu. 
"Her şerde bir hayır var"  sözü ne kadar doğru.
Allah nelere nelere, şüphesiz her şeye kadirdir...
Kısaltarak yazmaya çalıştığım hatıralardan bir kesit...