Dinleyince çok etkilendiğim, anlatanın da gizemini çözemediği bir olay...
"Çocukluğumdan beri dağlar hep ilgimi çekmiştir.
Dağlarda beni çeken, merak uyandıran, sebebini bilmediğim bir şeyler vardı.
Annemle babam öğretmen olduğu için  tayinleri nedeniyle epey bir şehir gezmiş, sonra tekrar Aydın'a dönmüştük. Bu arada benim gibi dağlara meraklı arkadaşlarla, birçok dağ yürüyüşü fırsatı bulmuştum.
Annem benim dağlarda gezmemi asla istemiyordu. Bu konuda sürekli tartışıyorduk.
Liseden sonra artık benimle baş edemeyeceğini anlamış, babamın da ısrarıyla beni kendi halime bırakmıştı.
Artık gittiğim şehirlerde amatör olarak dağcılık yürüyüşlerine katılıyordum. Fırsat bulunca kendi başıma dolaşmayı, araştırma yapmayı seviyordum.
Sürekli bu spor dalıyla uğraşıyor olmak ,dağcılığın inceliklerini öğrenmeme yaramıştı.

Çok çevik, denge konusunda başarılı, tırmanmakta ustaydım. Böyle olmasına rağmen tırmanmayı değil, dağları araştırmayı, bilmediğim vadileri, kanyonları, uçurumları keşfetmeyi tercih ediyordum.
Bir dağcılık gurubuyla Spil Dağı'na gelince aklım başımdan gitti. Spil Dağı'nın ihtişamı,yüceliği büyüklüğü beni öyle etkilemişti ki...
İçimden, buraya mutlaka bir daha gelip, araştırma yapmalı bol bol fotoğraf çekmeliyim diye düşündüm.
Aydın'a döndüm ama aklım Manisa'da Spil Dağı'nda kalmıştı.

Manisa, annemin doğduğu, evlendikten sonra ayrıldığı şehirdi. Ailesi de Aydın'a yerleştiği için emekli olunca yine Aydın'a dönmüştük. Annemin Manisa'yla bağı kopmuştu. Ancak bir kez gördüğüm Spil Dağı kopmaz bir bağla beni kendisine bağlamıştı.

Böyle dağlarda gezerken üniversite bitmiş, bir şirkette ise başlamıştım. Aydın'daki işlerimi yoluna koyup, üç günlük bir izinle Manisa'ya Spil Dağı'na koşacaktım. Çalıştığım şirketteki işlerimi ayarladım. Perşembe günü iki arkadaşımla Manisa'ya gidecektim.

1977 yılı Nisan ayı güzel bir bahar sabahı Manisa'daydık. Sırt çantalarımızı alıp daha önce belirlediğimiz güzergâhta dolaştık. Spil Dağı sanki dünyanın kuruluşundan beri varmış ve bir tarih deposuymuş gibi attığım her adımda yeni bir şey bulmuş gibi heyecanlanıyordum.

İlk gün nasıl geçti anlayamadım. Ertesi gün arkadaşlarım uyurken erkenden postaneye gittim  Anneme telefon edip sonra Spil'e çıkacaktık. Postanede telefon ettikten sonra hızla merdivenlerden iniyordum ki... Kapının yanında temiz giyimli yaşlı bir kadının, yanından geçenlerden habersiz, sessizce hıçkırdığını gördüm.
Mendille yüzünü kapattığı için ağladığı görünmüyordu. Ancak göğsünün titreyerek inip kalkması yanılmadığımı gösterdi. Geri dönüp elimi yaşlı kadının omuzuna koydum, "Hayırdır teyzecim, bir şey mi oldu?" dedim.

Kadın ağlarken yakalanmış olmanın utancıyla, "Yok evladım, bişey yok... Üzüldüm işte, kusura bakma seni de yolundan ettim" yanıtını verdi.

Bunları söylerken sesi titriyor, kendini zor tutuyordu.
Israr edince anlattı.
Köyden askerdeki yetim torununa para göndermek, hem de akrabalarını görmek için Manisa'ya gelmişti. Tam havaleyi yazdıracakken cüzdanını kaybettiğini anlamış. Düşürdü mü, biri mi aldı bilmiyordu.
Gözyaşları içinde, "Şimdi yetimim para bekler.. N'etçem bilmiyom" dedi.

Bir yanda dağ sevdası, bir yanda yaşlı kadının durumu...
Kısa bir duraklamadan sonra, "Teyze, torununa kaç lira gönderecektin?" dedim.

Kadın çekinerek, "İki yüz lira... Zaten iki yüz elli lira vardı..." dedi.

Fazla düşünmedim, yaşlı kadını razı ederek, havalesini gönderdim. Harçlığını da verdim.
Yaşlı kadın öyle mahçup olmuş, öyle yürekten dua ediyordu ki... Ben utandım. Küçük bir yardım bu kadar değerli miydi?

Vedalaşırken yaşlı teyze, "Evlâdım seni Mevlam karşıma çıkardı. Sen bana dardayken yardım ettin ya, yüce yaradanım seni darda koymasın. Her zorluğun kolay çözülsün, Allah hep seninle olsun...Karabulut sarmış gönlüme güneş oldun ya; Allah senin yolunu hep aydınlık etsin, Allah hep seninle olsun, Allah'a emanet ol" benzeri öyle güzel dualar etti ki...

O yaşlı kadının duasını almak içime huzur vermişti..
O gün Spil gezimiz çok daha güzeldi. Spil dağına hayranlığım, hissettiğim mutluluk kelimelerle anlatılamazdı.
Hava kararmaya başlamıştı, tam çadıra dönüyorduk ki sanki gökyüzünde beyaz bir kartal gördüm.
Arkadaşlarıma birkaç fotoğraf çekip geleceğini söyledim. Bulunduğum yerin sol tarafı kayalık, sağ tarafı uçurumdu.
Elimden geldiğince dikkatli olmaya çalışarak kartalı görmeye çalıştım. Sonra tekrar gökyüzünde süzülen kartalı gördüm. Kanat uçları beyazdı.
Beyaz bir kartal görme umuduyla kayalıklardan yukarıya doğru çıkmaya başladım.
Epey bir mücadeleden sonra tepeye yakın bir düzlük gördüm.
Önümdeki kayalığın üstündeki çalılığı aşıp düzlüğe çıkacaktım ki, adım atar atmaz boşluğa yuvarlandım.
Çalılar 8-10 metre derinliğindeki çukurun üstünü kapatmışlardı.
Bir anda kendimi karanlıkta, çukurun dibinde buldum. Düşerken çarpma sonucu bacağım kırılmış, başım kanıyor, her tarafım acıyordu. Kendimi kaybetmemem lâzımdı. Ancak öyle canım yanıyor, bedenim öyle uyuşuyordu ki...

Boynumdaki fularla bacağıma müdahale etmek istedim ama bayılmışım...

Ertesi gün gözümü açtığımda hastanedeydim. Annem,babam ve arkadaşlarım baş ucumda, annem ağlıyordu.

Sol ayak bileğim ve bacağım kırılmıştı. Başımda derin bir yara vardı.
Doktor, "Geçmiş olsun delikanlı. Çok dayanıklıymışsın. Hem yaralarına tampon yapmış, hem de düştüğün yerden çıkmışsın. Bir aya kalmaz alçıların alınır. İki gün sonra başındaki dikişleri alacağız" dedi.
Doktorun söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum.
Beynim durmuştu sanki. İlk anda neler olduğunu hatırlamıyordum.
Ancak arkadaşlarım, ben gecikince merak edip aramaya çıktıklarını, benim iniltilerimden bulduklarını, sürekli "Asker! Asker!" diye sayıkladığımı, beni bulduklarinda bacağım ve başım sarılı bir halde, çukurun yanında baygın olduğumu söyleyince, her şey netleşmeye başladı.

Ancak hatırladığım şeyler, hayal mi, gerçek mi,halüsünasyon mu çözmüş değilim.
Çukurun dibinde, karanlıkta bir ara kendime gelir gibi oldum. Bir asker yanımda şefkatle başıma tampon yapıyordu. Yine kendimi kaybettim, tekrar kendime geldiğimde
bacağımı sarıyordu.
Gencecik bir askerdi. Bana, "Tamam bitti işte, kurtuldun" diyordu.
Öyle sevecen, öyle teskin edici bir sesi vardı ki, sanki o sesle ağrılarım geçiyordu.
Sonra beni sırtına aldı. Nefesini, canlılığını, ellerinin sıcaklığını hissettim.

Beni çukurdan çıkarmıştı, hava karanlıktı, ıpıssız bir dağ başı, yaralı acıdan inleyen ben ve bir asker, "Sakin ol, Allah'ın izniyle kurtuldun. İyileseceksin inşallah, birazdan arkadaşların gelecek" diyordu.
Ben yine kendimden geçmiştim. Hadi bunlar hayal diyelim. Ama ben yarama tampon yapamadan bayılmıştım. Zaten sadece fuları almıştım, cebimdeki mendili çıkaramadan bayılmıştım.

Tampon yapıp bacağımı fularla, ayak bileğimi omuzumdaki tişörtle sarsam bile o çukurdan yaralı bir halde, kimsenin yardımı olmadan çıkmama imkan yoktu.
Önce bu ilginç olayı herkese anlatmayı düşündüm. Ancak ben bile anlamını çözememişken, başkalarına nasıl anlatırdım? Sustum.
Herkes benim nasıl mucizevi bir şekilde kurtulduğumu, ne kadar dayanıklı olduğumu konuşuyordu.
Kurtuluşumun Allah'ın bir lütfu olduğunu biliyordum.
Ancak kırık bacağım, ayak bileğim nasıl sarıldı,kanayan başıma nasıl tampon yapıldı, hâlâ anlamış değilim.
Aradan onca yıl geçmesine rağmen gördüğüm o asker gerçek mi, rüya mı, zihin yanılması mı bilmiyorum...
Ama o askerin hayali zihnimde hala capcanlı yaşıyor...
Spil Dağı'nda yaşadığım bu olay hiç unutamadığım, hatırladıkça Yaradanın kudretine hayran olduğum bir sırdır.
Spil Dağı muhteşem görüntüsü kadar, derin sırların saklandığı eşsiz bir bilinmezlikler deryası sanki..."