Daha ışıklardan dönerken başlıyor stres. O nasıl giriştir? Hastam var, kavşaktan hastaneye girmem gerekiyor. Ve durmak zorundayım çünkü sola dönüş, yani hastaneye giriş kırmızı. Ama Laleli yönüne yeşil yanıyor. Ben durunca arkada arabalar sıralanıyor. Kor

Daha ışıklardan dönerken başlıyor stres. O nasıl giriştir? Hastam var, kavşaktan hastaneye girmem gerekiyor. Ve durmak zorundayım çünkü sola dönüş, yani hastaneye giriş kırmızı. Ama Laleli yönüne yeşil yanıyor. Ben durunca arkada arabalar sıralanıyor. Korna üstüne korna! Yapacak hiçbir şey yok. Yeşilin biran evvel yanması için dua ediyorum. Neyse ki yanıyor. Ama ne kadar hızlı davranırsanız davranın arkanızdaki araç sürücüsünün ya da onun arkasındakinin kornaya basmasına engel olamıyorsunuz. 

Ve hastanenin o muhteşem kapısından giriş yapıyoruz. Kaldırımlara, kapı girişlerine park edilen araçların arasından ana girişe doğru umutsuzca gidip şöyle bir U dönüşü yapıyoruz. Hastanızı mecburen indirip arabanızı hareket ettirmek zorundasınız. Hastanız yürüyecek durumda değilse yandınız. 

Oyalanma lüksünüz yok. Hastanız hastaneye siz arabaya park yeri bulmaya… Ama park yeri yok. Her yer tıklım tıklım. Bir aracın arkasına park edip telefonumu camın önüne iliştiriyorum. 

Asıl hengame şimdi başlıyor. Hızla hastane binasına yürüyorum. Sol tarafımdaki acil servise gözüm ilişiyor. Sırada bekleyen onlarca insan… İlerliyorum. Ve hastanenin garip kapısından içeriye girer girmez yüzüme ilaç kokulu sıcak bir hava vuruyor. Daracık bir koridor ve sağlı sollu küçücük odalar. Sanki hastane değil de otel. Ve her odanın kapısının önünde bekleyen anne ve babalar. Çocuklar bitkin… Ortadaki bankların tamamı dolu. Bazı çocuklar anne ve babalarının kucağında uyuyor. Bazıları ağlıyor. Ağlama sesleri koridoru sarmış… Oysa bu kadar çocuğun bulunduğu bir yerde cıvıl cıvıl çocuk sesleri olmalı diye düşünüyor insan. “Hastane burası olacak o kadar” demeye kalmadan bir babanın feryadı! 

Nerede bu doktor? 

Nerede bu doktor diye bakınırken gözüm yukarıda hasta giriş sayısına takılıyor. Saat 11.00 ve 2 saatte sıra 45 olmuş! Bu kadar hastaya bakan bir doktora kızamıyorum. Arıza başka yerde galiba… 

Koridorun diğer ucuna kadar güçlükle ilerliyorum. Sonra dönüp şöyle bir bakıyorum. Gazetecilik refleksiyle telefonumu çıkarıp çekmeye başlıyorum. Bakınmaya devam ederken başka bir baba… “Yaz bunları” diye bağırıyor resmen. Çocuğunun rahatsızlığından dolayı geceden beri hastanedeymiş. Stresli ve endişeli. Bir de sıra bekleyince isyan başlamış. 

Gördüğüm detaylar içler acısıydı. Anneler, babalar ve çocukları perişan bir halde şifa arıyor. Kimisi poliklinik kapılarında kimisi ise laboratuvar önünde… Sıra almak için bile sıra bekleyen onlarca insan… 

Ve çıkıyorum kapıdan. İnanın içerdeki havanın ne kadar pis olduğunu çıkınca çok daha net bir şekilde fark ediyorum. 

Ve gözüm Moris Şinasi’nin isminin yer aldığı levhaya takılıyor. Çektiğim fotoğrafa bakıyorum da… Herhalde Moris Şinasi yaşamış olsaydı bu görüntüler üzerine yeni bir hastane yapardı diye dalıp giderken telefonum çalıyor… 

“Beyefendi aracınızı çeker misiniz?” 

Hemen koşturuyorum… Özür dileyip, hakkını helal etmesini istiyorum araç sürücüsünün. Anlayışla karşılıyor. 

Ama ben nereye kadar anlayış göstereceğim, bilmiyorum. 400 bin merkez nüfuslu, iki merkez ilçe belediyesi bir de büyükşehir belediyesi olan bir şehrin böyle çocuk hastanesi mi olur? Otopark rezalet, binalar perişan, giriş berbat. Koridorlar dar, odalar kullanışsız ve en kötüsü personelden hastalara herkes mutsuz. 

Manisa’nın çok ama çok ACİL büyük, ferah ve yeterli bir çocuk hastanesine ihtiyacı var. Belki vardır bir proje ama nerde? Yetkililer, siyasiler ve sorumlular; abartmıyorum. Bana inanmıyorsanız 

çocuğunuza kucağınıza alıp Moris Şinasi’ye gidin. Gitmediğiniz için işler yolunda zannediyorsunuz. Ama işler yolunda değil, Vallahi değil Billahi değil. Yoksa benim kulaklarımda hala Moris Şinasi’deki ağlama sesleri neden çınlayıp dursun? 

Neden?..