(Bu yazı, Engin Topuz’un “Şimdi Uzaklardasın” adlı romanından bir bölüm olup yazarın izniyle alıntılanmıştır.)
 
Okuldan sonra odama çıkmadan önce, kahvede sobanın yakınındaki masaya oturup gazetelere göz atıyordum ki, teklifsizce biri oturdu yanıma. Siyah kabarık saçları, siyah bıyıkları vardı. Yuvarlak yüzünü, gözlerindeki mavilik aydınlatıyordu. Ağzından gülerek çıkıyordu sözcükler dışarı:  
“Hoş geldin hoca, ben Şeref...”
“Hoş bulduk,” dedim, soru sorarcasına, ilk kez görüyordum onu ama isim de tanıdık gibiydi.
“Seninle tanışamadık şefim bir türlü. Geçen akşam odana çıkarken gördüm sadece, denk gelemedik. İtfaiyeciyim ben, bir gün Bursa’dayım, iki gün köyde. Benim kız, senin taleben, Elif...”
İtfaiyeciyim, deyince hatırladım, Oğuz Abi söz etmişti; babası da öğretmendi hatta, şu okulun arazisini bağışlayan.
“Ha evet, Elif,” dedim. “Dersine giriyorum tabii. Oğuz Abi söz etmişti sizden, memnun oldum tanıştığımıza.”
Tokalaşırken, o kahveciye el edip iki çay söylemişti bile. Yanımdan kalkıp sandalyesiyle karşıma geçti. Beni tartıp süzmek istediğini düşündüm.
“Konuştuğum adamla yan yana oturmayı sevmem. Konuşurken gözlerinin içini görmeliyim, o da benimkileri. Çünkü insanlar sözcüklerle sadece konuşur, anlaşamazlar.”
Gözlerine baktım bu sözün üstüne. Gözleri canlıydı, cümlelerini orada yoğurup şekillendiriyor, sonra yolluyordu. Ağzını çok açmıyordu çünkü konuşurken. İnce bir aralık oluşuyordu dudaklarının arasında, oradan sızıyordu söyledikleri. Her bir sözcük, aralıklı dişlerinin arasından özgürlüğüne kavuşup dışarıda birleşiyordu. İletişimdeki bütün kontrol gözlerindeydi. Bana çok değişik gelmişti. Yanıma gelişindeki rahatlık, konuşmasındaki samimiyet, yaklaşımındaki bilgelik... Mesleğini tahmin etmemi isteseler, itfaiyecilik son sırada bile aklıma gelmezdi. Her şeyden önce bu göbekli haliyle onu o mesleğe yakıştıramazdım.
Memleketimle, ailemle ilgili birkaç soru sordu. Yanıtlarımı dikkatle dinliyordu. Beni yakından tanımaya çalıştığı belliydi. Babamın ben küçük yaştayken öldüğünü öğrenince yüzüme anlamını çıkaramadığım bir bakış bıraktı.
“Belli oluyor,” dedi.
Şaşırmıştım.
“Nasıl yani?” dedim.
“Babasını erken kaybedenler, erken büyür, şefim,” dedi. “Sen olduğun yaştan büyük ve olgun görünüyorsun. Sebebi budur. Benim babam fazla olmadı öleli ama ben de yıllarca köyden, evden uzakta yaşadım. Bilirim baba yokluğunu. Önce babalarımız ölür, sonra büyürüz biz. Cenazelere gider, her âmin nidasında biraz daha büyürüz. Babamızın üstüne attığımız toprak gelir aklımıza. Çocukluğumuz, gençliğimiz bir fersah daha uzaklaşır bizden.”
Gözlerimin içine baktı sonra, “Babasız kalmak isimsiz kalmak gibidir,” dedi. “Onca kimlik ediniriz yaşamımızda ama adımız hep eksik kalır...”
Sarsılmıştım. Şaşkın şaşkın baktığımı gördüğü için sanırım, “Neyse, konuşuruz bunları daha, muhtarlıkta oda vermişler sana, nasıl gidiyor köy hayatı?” diyerek konuyu değiştirdi.
“Evet, şimdilik orada idare ediyorum. Lojman bitince kendime ait bir evim olacak.”
“Bitmez o lojman!” dedi kızgın bir şekilde. Islık gibi çıkıyordu sesi.
“Kaç mevsim geçti, hâlâ lojman yapılacak, öğretmenler rahat edecek. Başladılar sonunda inşaata tamam da sen gidene kadar bitmez o lojman.”  
“Benim ne zaman gideceğim belli değil ki Şeref Bey,” dedim soru sorarcasına.
Gözlerini kıstı, gözbebekleri küçüldü, sinirli bir ifade yerleşti suratına; bir yandan da dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Kızdıysa neye kızdığını anlamaya çalışıyordum, lojmanın bitmeyecek olmasına mı, benim gidecek olmama mı? Hem ne biliyordu ki ne zaman gideceğimi?
“Bey deme bir daha, şefim! Biz burada küfür sayarız o kelimeyi.”
Şaşkın yüzüme bakıp gülümsemesini yaydı ağzının kenarlarında, keyifli bir kahkaha attı.
“Ne diyeyim peki?”
“Ne dersen de, Şeref de, abi de, şefim de... ‘Bey’, sahte kimliklerin birbirine seslenişidir. İnsanız biz, bize uymaz.”
“Peki, abi,” dedim. Zaten birkaç gündür tanıştığım çoğu kişiye abi diyordum, ona da söylemekte zorlanmadım. O söylemese bile ertesi günden itibaren “abi” demeye başlardım; yalnızca ilk konuşmada yanlış bulmuştum öyle hitap etmeyi.
Değişik bir adamdı Şeref Abi. O âna kadar tanıştığım köylülerden çok farklıydı. Hem onlar gibi köyden biriydi hem değildi. Görünüşündeki sıradanlık konuştukça kaybolup gidiyordu. Ne kederli, hüzne bulanmış bir hali vardı ne de neşeli veya uçarı bir hali... Sobanın yanında otururken, benimle konuşup bilgi alırken dikkatle dinliyordu. Ama aynı anda da zihni başka yerlere uğrayıp geliyordu sanki. Anlatmaktan çok soru sormayı sevdiği belliydi. Gülerken tüm benliğiyle gülüyor, öfkesini yüzünün her noktasında dolaştırıyordu. Bana kanının kaynadığını hissediyordum. Sohbet ederken herkesten farklı bir tutumu vardı. Benim kişiliğimi sorularıyla deşiyor, aldığı yanıtlardan memnun bir tavır takınıyordu. Babasızlıktan ya da öğretmenlikten söz ederken sanki masada yerlerimiz değişiyordu, o genç öğretmen, ben çiftçilik de yapan itfaiyeci oluyordum, öğretmenliğin ilk adımında hayallerini, ideallerini anlatıyordu; sonra tekrar yer değiştiriyorduk. Onun beyninde sıraya dizilen sözcükler benim ağzımdan çıkıyor, benim kaygılarım onun anıları oluyordu. Nasıl ve nedeninin olmadığı tuhaf bir boşlukta konuşuyorduk. Bir kelebek uçup duruyordu sanki bu boşlukta. Çayı bardağa dokunmadan içiyor, sigarayı ağzıma götürmeden dumanını üflüyordum. Kahve dolup boşalıyor, günün ve gecenin ışıkları birbirini takip ediyor, köy silinip tekrar geri geliyor, ben bir yaşlanıp bir genç oluveriyordum. Bütün bunlar nasıl oluyordu ya da oluyor muydu, onunla böyle mi tanışmıştım, bu kahvede mi? Yoksa kimsenin hatırlamadığı, sıradan bir veli toplantısında mı tanışmıştık? Hiç iz bırakmayan bir karşılaşma mıydı? Öyleyse, bana o sözleri söyleyen kimdi? Babasını erken kaybedenlerin erken büyüdüğünü, babasız kalmanın isimsiz kalmak olduğunu söyleyen kimdi? İsimsiz kaldığımı ben bile bilmiyordum ki...
Tükendiğini ağzıma acı bir tat vererek anlatan sigarayı sobanın içine attım. Bardağın dibindeki son yudumu ağzımdaki izmarit tadını alsın, diye içiverdim hemen.
“Sen bu köyden değil gibisin, abi,” dedim.
“Sen de çok sigara içiyorsun,” dedi.