70'li yıllardı.Komşuların tarlasına pamuk çapasına gitmiştik .

Kısa sürede öğrendiğim, toplam dört gün süren bu çapa işi bende silinmez izler bırakmıştır.

İkindi vakti gölgeler uzamaya başlamış, eve gitme vakti yaklaşmış olmasına rağmen, kızgın sıcak devam ediyordu...

Birileri "Haydar! Haydar!" diye sesleniyordu.

"Haydar" yaz sıcağını serinleten rüzgârmış.

Gerçekten de öyle oldu.

Birden hafif bir rüzgar çıktı, beklenmedik bu serinlik herkese bir canlılık vermişti.

O gün bağ, bahçe işlerinin bana göre olmadığını anlamıştım. O an rüzgarla birlikte bir kadının türküsü kulağıma geldi.

Dinledim, sözlerden bir şey anlamıyordum.

Dikkat ettim sözler Türkçe değildi.

Doğruldum, on metre kadar solumda çapa yapan Azime teyze Bulgarca bir türkü söylüyordu.

Biran içimden kızdım, neden Türkçe değil de Bulgarca söylüyor diye...

O akşam yemekte babama bunu anlatınca babam; "Kızım Azime teyzen Bulgaristan göçmeni. Orada doğmuş, büyümüş evlenmiş..

Akrabaları arkadaşları orada kalmış. Bulgarlar baskı yapınca her şeyi orada bırakıp Türkiye'ye göçetmiş..Tabii ki Bulgarca türkü söyleyecek.

Belki içindeki ayrılık acısını, öyle unutuyordur." dedi.

Bu sözleri duyunca, bakış açım bir anda değişmişti. Azime teyzenin sevdiklerini, köyünü, arkadaşlarını bırakıp göçetmek zorunda kalmasının acısını anlamıştım..

Çok yorgun olmama rağmen ertesi gün yine arkadaşlarla tarlaya gittim.

Heyecanla aynı anları yaşamak ümidiyle ikindi serinliğini bekliyordum.

Gerçekten de ikindiden sonra, en bunaldığımız anda serin bir rüzgar ve Azime teyzenin türküsü başladı.

Rüzgar türküyü bir uzaklaştırıyor, bir yaklaştırıyor. Sanki Azime teyzenin sesi ovada dalgalanıyordu...

İnanılmaz bir seremoni yaşıyordum.

Azime teyzenin türküsü benim geniş hayalimle birleşince bir anda Azime teyzenin çocukluğuyla, kendimi Bulgaristan'da buldum.

Azime küçük adımlarla toprak köy yolunda koşuyordu. Bir su birikintisine düşmemek için zıplayınca ayağı taşa takılıp yere düşüyordu.

Yolun kenarındaki, kırık taş basamaklı evden, siyah kıvraklı beyaz örtülü bir kadın çıkıp Azime'yi kucaklıyor, kanayan dizini kavak yaprağıyla temizliyordu.

Azime uçsuz bucaksız tarlalarda koşarken, annesi, evin yanında birikmiş gübreleri tarlaya, bahçeye seriyordu. Azime teyzenin çocukluğuyla hiç görmediğim Bulgaristan'da Şumnu'yu, Filibe'yi Deliorman'ı dolaşıyordum.

Sonra Azime büyüyor genç kız oluyor, gelin oluyor, çok mutlu bir hayatı var. Tam o anda silahlı Bulgar askerleri geliyor... Bu noktada türkü bittiği için ne Bulgar askerleri bir zarar veriyor , ne de benim hayalim devam ediyordu.

Su içmek için doğrulan Azime teyzenin yanına gittim:

"Azime teyze sen hep türkü söyle iyi mi?" dedim. Yaşlı kadın bir şey anlamayan bakışlarını üzerimde dolaştırdı. Sonra gülerek;

"Süylerem bea, ben ep türkü süylerem" dedi.

Aradan yıllar geçti, bu arada Türkiye'ye göçen soydaşlarımızın acılı hikayelerini, çektikleri zulümleri öğrenmiştim...

Sıcak yaz günlerinde , ikindiden sonra ne zaman serin bir rüzgar esse; sanki Azime teyzenin Manisa ovasında yankılanan ,acı yüklü, sitem dolu,içli , hüzünlü,hasret türküsünü alır getirir ; kulaklarımda çınlatır, sonra uzaklara Bulgaristan'a taa Azime teyzenin köyüne götürür...