Ne güzeldi o yıllar...
Yaz tatilinde öğle sıcağında bir ağacın altında toplanıp, öğrendiğimiz bilgileri birbirimizle paylaşmak...
Yeni öğrendiğimiz "cennet, cehennem " kavramını anlamaya çalışmak...
Kötü insanların, yalan söyleyenlerin cehennemde yanacağını, kötülüğün yalan söylemek ve iftiradan ibaret olduğunu zannetmek.
Yapmadığımız bir şeyle suçlanınca çaresiz, ama derin bir inançla; "Ölünce öbür  dünyada görürsün,Allah seni  cehenneme atınca, bana yalan attığını  anlarsın" diye o zaman bile baş edemediğimiz bir şey olunca Allah'a havale etmeyi öğrenmiştik.  
Cenneti anlamaya çalışırken, iyiliğin, yardım severliğin, dürüstlük ve çalışkanlığın cennet sebebi olduğunu kabul ediyorduk. 
Hayalimizde muhteşem bir cennet bahçesi canlanırken, o günlerde sorduğum bir soru,bu gün yine aklımda: "Tamam doğduk, büyüyüp, sonra öleceğiz. Sonra hesap günü, Sırat Köprüsü, cennete gideceğiz. Orada hep yaşıyacağız. Peki yaşıyacağız, yaşıyacağız, sonra ne olacak?"
Bu sorunun cevabını o gün veremiyordum bugün de...
Beni gülümseten o yaşlarda bile faniliği ve sonra diriltileceğimizi kabullenmiş olmamız. 
Bizim çocukluğumuz harikaydı.
Salçalı ekmek dilimleriyle, hem sohbet hem oyun doyumsuz bir çocukluk hatırasıydı. 
Yine böyle bir yaz tatilinde, ikindiye doğru, benden  üç-dört yaş büyük komşu kızı, kardeşi, abim ve ben oyundan yorulmuş, bahçedeki yemiş  ağacına çıkmış, hem yemiş yiyor hem şakalaşıyorduk.
Komşumuzun kızı ağaçtan inince bizi yanına çağırdı. 
Önce söyleyeceği şeyi kimseye söylemeyelim diye yemin ettirdi. Sonra, "Dere kenarındaki evin sahipleri öldü. Evi bana miras bıraktılar. Evin bahçesi çiçek dolu, hep beraber gidip o çiçekleri alalım. Eve dere tarafından gireceğiz" dedi. 
"Neden dere tarafından?" diye sorunca, "Ben küçük olduğum için evi elimden alırlar, onun için dere tarafındaki küçük kapıdan gireceğiz" demişti.
Bizim için macera başlamıştı, o evde oturanları tanıyordum, ama arkadaşım öldüler dediğine göre demek ki...
On yaşındaydım, sorgulamak aklıma bile gelmedi. 
Dört kişi, dere tarafındaki kapıdan bahçeye girdik, tenekelere ekili çiçekleri, iki gün taşıdık. 
Çiçekleri annemler görmesin diye, evimizin arka tarafından çatıya çıkıp, kiremitlerin üstüne dizdik. 7 veya 8 teneke biz getirmiştik, arkadaşımız ise çok hırslıydı, her gelişinde kendisi ve kardeşi ikişer teneke getiriyorlardı.
Onun annesi çiçekleri farketmediği için,onlar kendi çiçeklerinin yanına koyuyorlardı.  
Üçüncü gün annemler bizi komşuda oynuyor zannederken biz yine çiçek getirmeye gittik. Arkadaşım kapıyı açtı, bahçeye girdik ve ev sahipleri gelmiş.. Bizi yakaladılar.
Abim , komşu kızı ve kardeşi feryat ederek ev sahiplerinin ellerinden kurtulup , kaçtılar. 
Ben kaldım, korkudan ağlıyordum .
Ev sahipleri korkmamamı, her şeyi anlatmamı istediler. 
Ben de her şeyi olduğu gibi anlattım.
En çok da "Evin miras olarak" kaldığı cümlesine güldüler. 
Oysa onlar, yaz olduğu için bağlarına gitmişler, bunu bilen komşu kızı, bizi kandırıp, çiçekleri  almaya  ikna etmişti. 
Tabi komşu kızının evini gösterdim ve getirdiğimiz çiçekleri geri  götürdük.
Ailemize duyurmasınlar diye adeta yalvardık...
Hiç okula gitmemiş komşu kızı, bizi çok güzel aldatmıştı. 
Yanlış bir  şey yapmış olmanın vicdan azabı hiçbir  şeye benzemiyor. 
Çocukluğumdan beri çiçeklere karşı aşırı bir sevgim, zaafım vardır. 
Şu an mutfak balkonumuz botanik bahçesi gibi çiçeklerle dolu... 
O çiçeklere bakarken, çocukluk yıllarındaki, miras kalmış çiçekleri taşıma maceramızı hatırladım. 
Böyle ufak tefek tatsızlıklar olsa da Tabane'de çocukluk yılları, çocukluğun o masumiyeti, eski Manisa gibi çok güzeldi...