İnsanoğlunun en büyük tutkusu iz bırakmaktır. Bir gün bu dünyada olmayacağını bilen insan göçüp gitmeden önce ardında adını yaşatacak bir şeyler bırakmak ister. Kimi bir sanat eseri bırakır, kimi tarihi başarılar. Kimi bilimsel bir buluşa imza atar,

 

İnsanoğlunun en büyük tutkusu iz bırakmaktır. Bir gün bu dünyada olmayacağını bilen insan göçüp gitmeden önce ardında adını yaşatacak bir şeyler bırakmak ister. Kimi bir sanat eseri bırakır, kimi tarihi başarılar. Kimi bilimsel bir buluşa imza atar, kimiyse mütevazı bir saat bırakır çocuğuna ya da başka bir eşya, nesne… Çocuk yapmak bile üreme içgüdüsünün yanında bu iz bırakma, adını yaşatma tutkusuyla ilgilidir biraz da…

Tarihteki bütün buluşlar insanın somut ihtiyaçlarından doğmuştur. Tekerlek, ateş, ok, mızrak, ev aletleri, tarımsal üretim araçları… Bütün bunlar ve çok daha fazlası insanın hayatını devam ettirebilmesi veya kolaylaştırabilmesi adına doğan ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gerekliydi.

Peki ya yazı?

İnsanı yazıyı bulmaya iten şey neydi?

Bu soruyu, “topluluklar halinde yaşamaya başlayan insanlar, birtakım malları veya eşyaları kaydetme gereksinimi duymaya başladılar” veya “iletişim için çıkardıkları seslerden veya çizdikleri resimlerden daha fazlasına ihtiyaçları vardı” diye yanıtlayabiliriz.

Bence bu yanıtlar yeterli değil. İnsanlar anlatmak istiyorlardı ve yalnızca karşısındakine değil, kendinden sonrakilere de bir şeyler aktarmak istiyordu. İz bırakmak istiyordu. Bu yüzden resimler, şekiller çiziyordu mağara duvarlarına. Psikolojik bir varlık olan insan içindeki fırtınayı, nefreti, sevgiyi, sıkıntıyı veya huzuru dışa vurmak istiyordu.

Yoksa neden mektubu icat etsin ki?

Yazı kadar önemli bir buluştur mektup. Günümüzde artık yok olmaya yüz tutsa da biz mektup yazardık bir zamanlar. Postacılar apartman kapısının altından banka zarflarını, cep telefonu faturalarını atıp geçmezlerdi sokağımızdan. Mektup getirirlerdi bize. Beyaz zarfın sol üst köşesinde gönderenin adı, sağ alt köşede de “sayın” diye başlayan bizim adımız yazardı. Dörde katlanmış kağıtları çıkarır zarfın içinden, bir çırpıda okurduk. Hatır sormayla başlayan, selam sözcükleriyle biten, yazanın en güzel yazısıyla yazmaya çalıştığı, çoğunlukla da satırlar çoğaldıkça sağa doğru eğim gösteren, uzaktaki dostumuzu, kardeşimizi, sevgilimizi bize yakınlaştıran, onun kokusunu ulaştıran mektuplar…

Bugünün teknoloji dünyasının tam ortasında doğup büyüyenler için oldukça anlamsız, gereksiz, tuhaf, yirmi-otuz yıl değil de bin yıl öncesine aitmiş gibi gelen mektuplaşma yerini anlık yazışmalara bırakmış gibi görünse de onun yerini hiçbir yeni buluşun dolduramayacağı aşikâr… Elektronik posta bir nebze onun yerini tutabilir görünüyor. Sevdiklerimize hislerimizi, yaşadıklarımızı ya da tanımadığımız ama ulaşmak istediğimiz insanlara düşüncelerimizi mail yoluyla aktarmak modern dünyanın mektupları aslında.

Ama ya o el yazıları ne olacak? O çizgisiz kağıdın altına çizgili kağıt koyarak satırları hizalama çabası? Ya da o kadar titiz olmayıp çizgili kağıda yazılan, siyah kalemle başlayıp onun tükenmesiyle maviyle devam eden kargacık burgacık mektuplar? Zarfı açmadan mektubun uzunluğunu anlamak, içinde fotoğraf olup olmadığını anlamaya çalışmak?

Artık akıllı telefonlarımız, tabletlerimiz var ne de olsa, bu naifliklere ne gerek var değil mi?

Eskiden de tabletler vardı! Ve insanlar bugün gibi tabletlere yazıyorlardı. Ama bizim gibi tuşlara basarak dakikada bilmem kaç sözcük değil, epey uğraşarak çivi yazısıyla döşeniyorlardı duygularını tabletlere. Bugün ekranlara yazdığımız mektuplar kaç yıl sonraya kalabilir bilinmez. Yarın ayrılınca sevdiğimizden, kendimiz siliveriyoruz hemen zaten o duygusal elektronik postaları, yazışmaları.

Ama 4500 yıl önce yazılmış bir aşk mektubu sapasağlam duruyor müzede. Hem de Türkiye’de, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde. Tablete çivi yazısıyla yazınca ortadan yok olması o kadar kolay olmuyor haliyle!

Yazının sadece somut, dünyevi ihtiyaçlardan dolayı icat edilmediğinin kanıtıdır mektuplar. İnsan duygusal bir varlıktır ve duygularını aktarmak ister. Sümerler döneminde M.Ö. 2500 yıllarında yazıldığı tahmin edilen mektup da buna güzel bir örnek oluşturuyor.

Mektuptan çok şiir diyebiliriz buna. Yazan Sümerli bir rahibe: Enlil. Mezopotamyalı bu güzel rahibe Sümer Kralı Su-Sin’e âşık oluyor. Bir tesadüf eseri kralın dikkatini çekiyor ve Kral yeni sene bayramında Enlil ile evleniyor. Kadın da evlendikleri gün sevgilisi krala bir şiir yazıyor. Bu şiir öylesine çok beğeniliyor ki, gerçek sevginin sembolü oluyor, kısa zamanda halk arasında da yaygınlaşıyor.

Bu tarihin bilinen ilk aşk mektubu/şiirinin yazılı olduğu tablet 1900’lü yılların başında Mezopotamya’daki kazılarda Amerikalı arkeologlar tarafından binlerce levha ile birlikte bulunup Osmanlı Devleti’ne teslim ediliyor. Türkçe’ye çevrilip ne olduğunun anlaşılması ise yıllar sonra Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ ve Hatice Kızılay sayesinde oluyor.

Böyle önemli bir belgenin de uygarlıklar beşiği topraklarımızda bulunması ve korunması kadar doğal bir şey olamazdı sanırım.

Muazzez İlmiye Çığ, dünyaca ünlü bir Sümerolog ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde tasnif edilmiş tam 74 bin tableti okumuş. Bu şiirle ilgili konuşurken, aradan binlerce yıl geçse de hemen hiçbir şeyin değişmediğini, kıskançlık, sadakatsizlik, cinsellik gibi konuların Sümerlilerin zamanındakiyle aynı olduğunu söylüyor ve şöyle diyor:

“Bir şey isterdim, o da, bu şiiri yazan kişinin, yazdığının bugün ne kadar da meşhur olduğunu görmesi.”

Şiirin tam Türkçe metniyle ilgili birbirini tutmayan dizelere rastladım. O yüzden buraya alıntılamıyorum. Meraklıları internetten bu çevirileri bulabilir. Zaten Muazzez Hanım’ın dediği gibi, binlerce yıl geçse de insanla ilgili pek çok şey değişmiyor ne de olsa…