Ölüm yıldönümünde Can Yücel’e saygıyla…   Sene 1990… Ahmet Kaya’nın “Sevgi Duvarı” albümü yeni çıkmış. Hemen kasetçiye koşup almışız. Yaş 16…Ahmet Kaya’nın bizim ruhumuza ideolojik, siyasal vs. değil, duygusal kanaldan girdiği yıllar. Man

       

Ölüm yıldönümünde Can Yücel’e saygıyla…

 

Sene 1990… Ahmet Kaya’nın “Sevgi Duvarı” albümü yeni çıkmış. Hemen kasetçiye koşup almışız. Yaş 16…Ahmet Kaya’nın bizim ruhumuza ideolojik, siyasal vs. değil, duygusal kanaldan girdiği yıllar. Manisa o vakitler bu derece politik değil ve biz o derece politize olmamışız. Zaten ülkenin üstünden dozer gibi geçen 12 Eylül travması biz 80 gençliğini olabildiğince apolitik düzlemde tutmak için elinden geleni yapıyordu. Sadece yönetim değil, ailelerimiz, öğretmenlerimiz, çevrede ne kadar büyüğümüz varsa aman bir yanlış yapmayalım diye üzerimize titriyordu.

Ama müzik evrenseldir! Müzik her yaşta her ruha dokunur işte! Politika üretmeden, siyaset denizinin uzağında bir toprakta olsanız da müzik sizi bulur! Müzik sizi bilmediğiniz, anlamını kavramadığınız, hatta merak dahi etmediğiniz diyarlara alıp götürüverir.

Ahmet Kaya’nın bu albümü de böyle seyahatlere çıkarıverdi bizi işte. Önce kapağına vurulmuştuk hiç unutmam. Gri bir duvar önündeki Ahmet Kaya resminden anlamlar çıkarmaya çabalamıştık.

Kaset vardı o zamanlar, cd’nin henüz doğmadığı yıllar… A yüzü 2. şarkıda “Her Eylül’e İsyan Gibi” şarkısına eşlik ederken ne 12 Eylül’ün bu memlekete çektirdiklerinin farkındaydık, ne de isyanın ne olduğunu biliyorduk. B-1’de “Karar Vermek Zor” derken Ahmet Kaya, ilk gençliğimizin o naif, aşkla örülmüş, hayal ve umut dolu günlerinin kararsızlıklarıyla boğuşuyorduk. “Hep sonradan” geliyordu aklımız başımıza ve ne vakit dipsiz bir kuyuya düştüğümüzü hissetsek “Doruklara Sevdalanıyorduk”…

Bizi en çok içine çeken şarkı ise kasete adını veren şarkıydı: “Sevgi Duvarı”…

“Kör karanlıkta açıyorduk paslı gözlerimizi” ve illaki “dilimizde akşamdan kalma bir küfür” oluyordu.

Şarkının şairini tanımıyorduk o yıllar, Can Yücel kimdir bilmiyorduk. Hoş, bilen arkadaşlarımız, babadan kalma kitaplığında Aziz Nesin, Uğur Mumcu, Can Yücel’le çocukluğunu geçiren dostlarımız vardı ama çoğumuz şarkıyı şairini bilmeden dinliyorduk. Yalnız hissediyorduk çünkü çoğu kez kendimizi ve “sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa” diye mırıldanıp duruyorduk yerli yersiz.

Bir sevdiğim vardı ve “derdim günüm insan arasına çıkarmaktı” onu. O yıllarda başka ne derdi olurdu ki bizim gençliğin? Ne “amonyak çiçeği” ni biliyorduk oysa, ne de “sidikli kontesin” yalnızlıkla bağlantısını…

Efkârlanıyorduk ve “ne kadar rezil olursak o kadar iyi” diye teselli ediyorduk birbirimizi…

Yıllar sonra Kumkapı’da Kör Agop’a gittiğimde döküldü aynı mısralar dudaklarımdan:

Kumkapı meyhanelerine dadandık

Önümüzde altınbaş altın zincir fasülye pilakisi

Aramızda görevliler ekipler hızır paşalar”

Gençliğime bir selam yolladım İstanbul’dan. Artık gençlik başımızda duman değildi ve ‘sabahları açıklarda bulmadılar leşimizi’ ve tanışmadık ‘çöpçülerin sıcak elleriyle.’ O yüzden ‘süpürge saçlı bir yalnızlığımız’ bile olamadı ya neyse…

Bir gece ‘sevgi duvarını’ aştığımda tanıştım Can Baba’yla… ‘Düştüğüm yer öyle açık seçikti’ ki, onu tanımamak, onu sevmemek, onu kendimden bilmemek imkânsızdı.

Bir şarkıdan süzülüp gelmişti hayatıma ve sonra ne vakit onu okusam “ne güzel insanlar gelmiş bu dünyaya ve ne mutlu ki bana onunla aynı çağda soluk alıp verdim bu ülkede” diye düşündüm.

Ve hep şöyle düşündüm. İyi ki herkes sevmiyor Can Yücel’i ve iyi ki herkes anlamıyor. Onu ancak onun düşün dünyasına etki eden dönemleri idrak edebilenler anlayabilir çünkü. Bu toprakların hücrelerine nüfuz edişini, o toprağın kokusunu, rengini, hatta tadını bilenler, içine çekebilenler anlayabilir ancak.

Bu ağaçla, bu toprakla, bu yeryüzüyle barışık olmayan kimse anlayamaz Can Yücel’i. Varsın anlamasınlar. Aman anlamasınlar, anlamaya çalışmasınlar. Saçma sapan cümlelerin altına onun adını yazıp paylaşsınlar sahte dost meclislerinde, kendilerini bir halta yaramış hissetsinler.

Oysa ben onu her okuduğumda, yüreğimden bir selam gönderiyorum ona. Minnetimi, şükran duygularımı gönderiyorum. Sanat varsa sen onun en güzel satırbaşısın diyorum. Yenileniyorum, insanlık adına umutlarımı üst üste koyup diziyorum yüreğimin başucuna… “Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi”. O benim “çoğul türkülerim” çünkü.

Ne kadar mezarına saldırırlarsa saldırsınlar, ne kadar güzelim Datça’nın köy kahvesinde yok şarabıymış, yok bilmem nesiymiş diye fotoğraf çektirip turistlere, adından rant sağlamaya çalışsınlar, şiir dediğimiz mucize yüreğimize nakşolduktan sonra gerisi hikâye…

Ustanın dediği gibi; “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi…”