Bir yalnızlık gecesinde bulmuştum seni... Gözlerin yaşlı, Dudakların ıslak… Bana değil, Bilinmezliğe bakıyordu gözlerin... Kaybedilmiş aşklarda bir yolcuydun sen… ** Bu şehirde bir süredir yaptığım tek şey yürümekti. Okumak ve

 

Bir yalnızlık gecesinde bulmuştum seni...

Gözlerin yaşlı,

Dudakların ıslak…

Bana değil,

Bilinmezliğe bakıyordu gözlerin...

Kaybedilmiş aşklarda bir yolcuydun sen…

**

Bu şehirde bir süredir yaptığım tek şey yürümekti.

Okumak ve yazmak dışında zamanımı kentin caddelerini arşınlayarak geçiriyordum. Bir tür açık cezaevi olmuştu burası benim için. Her sabah ve her akşam, şehri boydan boya dolaşıyordum. Ağzımın ucunda bitmeden yenisiyle değiştirilen bir sigara, çenemi ve yanaklarımı kaplayan kirli bir sakal ve üzerimde aynı bakımsız elbiselerle, gözlerim belirsiz bir noktaya takılı saatlerce yürüyordum. 

Benim tempolu ama hedefsiz yürüyüşlerime alışkın insanların kayıtsızlıklarını, burasının “deliler şehri” diye nam salmasından duydukları rahatlığa bağlıyordum. Ne de olsa kimseyi rahatsız ettiğim, para istediğim ya da şarap isteyip küfür etmişliğim yoktu. Bir deli gibi değil de “mecnun” gibi görünüyordum gözlerine. 

Yalnız ailemi değil yaşama sevincimi de yitirdiğim o kazadan beri kendimi yollara vurmuştum. Vurmuştum ama bu şehirden gidesim de yoktu. Yalnızlığımı kalabalığın içine karışarak eritme ihtiyacıydı belki yaptığım. Tamamen eve kapanıp aklımı yitirmekten korkuyordum. Caddeler beni rehabilite ediyordu. 

Dudaklarımın arasından hiç eksik etmediğim sigara, mırıldandığım şiirler, mitolojik dağın gölgesi... Tek dostlarım bunlardı... 

Dertleştiğim, varlıklarıyla soluk aldığım, ilişki kurduğum dış dünya onlardan ibaretti. 

O akşama kadar...

 

Akşam yürüyüşlerimi istasyonda sonlandırırdım. Her akşam raylara karşı duran bankların birinde oturur, bir-iki sigara da orada içer, sonra yaşlı ve bakımsız evime yollanırdım. 

O akşam da her zaman oturduğum banka oturdum. Hemen yanımdaki bankta o oturuyordu. Sessizce ağlıyordu. Gecenin serinliğine inat, üzerinde incecik bir bluz ve kot pantolon vardı. Apar topar kendini evden dışarı atmış bir hali vardı. Uzun ve dağınık saçlarından yüzünü göremiyordum. Yalnız ve ağlıyor olmasa belki hiç dikkatimi çekmeyecekti. Dış dünya beni uzun zamandır zerre kadar ilgilendirmiyordu. Her zaman yaptığım gibi bacak bacak üstüne attım, gözlerimi raylara diktim ve sigaramı içmeye devam ettim.

“Sigaran var mı?”

Öylesine dalgındım ki, sorunun bana yöneltildiğinin ayrımına varamadım önce. Yinelenince kendime geldim:

“Sigaran var mı?”

Ona döndüm ve okyanus derinliğindeki, göğün rengini almış gözleriyle karşılaştım.

Gözleri yaşlıydı, dudakları ıslak... Sanki bana değil de bilinmezliğe bakıyordu. Ümitsizce.

Cebimden sigara paketini çıkardım, oturduğum bankın kenarına doğru kayarak ona uzattım. O da oturduğu yerde bana doğru yanaştı ve uzattığım paketten bir sigara çekti usulca. İki bankın arasındaki kısa boşluğu saymazsak yan yana oturuyorduk artık. 

Sigarasını yaktım. İlk dumanını üfleyip “sağol” dedi, sonra yüzünü raylara dönerek tekrar “sağol” dedi ve bilinmezliğine kaydı yeniden. Sigaralarımız bitene değin hiç konuşmadan boş raylara boş gözlerle bakıp kendi denizlerimizde kürek çektik.

Nedense kendimi huzurlu hissettim o dakikalar boyunca. Günlük kurduğum cümle sayısı onu geçmezdi, zorunlu olmadıkça konuşmazdım, insanlarla ilişkiye girmekten olabildiğince kaçınırdım, şimdi ise burada, istasyonun gece sessizliğinde tanımadığım biriyle yan yana oturup sigara içiyor, üstelik konuşmak zorunda bırakılmıyordum. Onun yanında dışarı yolladığım her duman, sanki bir huzur halesi oluşturuyordu havada. Sigara ona da iyi gelmişti. Ağlaması durmuştu. Buğulu ve sabit gözlerini bir noktaya dikmiş, kendi yalnızlık denizinde yüzüyordu.

İkinci sigaramı yakarken ona da bir tane uzattım. Sigarayı alırken bu kez bana dikkatlice baktı ve:

“Sen şu ‘yürüyen adam’ değil misin?” dedi.

Uzun zamandır ilk kez gülmek geldi içimden. Oysa gülmeyi öylesine unutmuşum ki, dudaklarıma küçük bir tebessüm yerleştirebilmeyi becerebildim sadece.

“Evet” dedim yalnızca ve yalnızlığıma çekildim yeniden.

Konuşmadan geçen dakikalardan sonra kalktım ve yürümeye başladım. Yanımda bitiverdi birden.

“Seninle yürüyebilir miyim?”

Durdum, rüzgardan siyah saçlarının perdelediği gözlerine baktım,

“Mahzuru yok” dedim ve yürümeye devam ettim. O da yanımda yürümeye... Tempoma ayak uydurmaya çalışarak...

Tarifsiz bir huzur içindeydim. Yalnızlığımı bozmayan ama aynı zamanda yalnızlığımdan sıyrılmama neden olan garip bir duyguydu bu. Özdemir Asaf geldi aklıma...

“Yalnızlık paylaşılmaz

Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

Paylaşılan yalnızlık buydu belki de. Belki de ben artık paylaşmak istiyordum...

Gece yürüyüşümün son durağı evimdi. Bu rotamı da onun için değiştirecek değildim. İstasyondan oturduğum mahalleye kadar bir saate yakın yürüdük yan yana. Sessizliği bozmadan ve dudaklarımızdan sigarayı eksik etmeden... Ne o bana bir şey sordu, ne ben ona. Zamanın akışında ilerliyorduk.

Apartmanlarla çevrelenmiş küçük yer evimin önüne geldiğimizde durdum ve ona döndüm. Konuşmamı beklercesine bana bakıyordu. Bir saat önceki karamsar hali dağılmıştı ama yine de bakışlarındaki hüzün ve melankoli kaybolmamıştı. Ellerim her zamanki gibi ceplerimdeydi ve fark ettim ki onunkiler de öyleydi. Ağzımın kenarında sigara, onunkinde de... Gözlerimizde hüzün... Aynaya bakar gibi hissettim kendimi. 

Benimle alay mı ediyor diye düşündüm bir an. “Kendine bir eğlence buldu gece gece, sıkıntısını dağıttı, şimdi gidip arkadaşlarına ya da sevgilisine ‘yürüyen adam’ la macerasını anlatıp karınlarını tuta tuta gülecekler”.

Hayır alay etmiyordu, yalnızdı ve sığınacak bir liman peşindeydi sadece. 

Biten sigaramı ağzımdan yere atarak üzerine bastım ve ellerimi iki yana açarak,

“Buraya kadar” dedim, “Eve geldim.”

O da sigarasını yere atıp ellerini iki yana açtı,

“İyi ya” dedi, “Girelim o zaman!”

**

Bana soru sorulmasından hoşlanmazdım. O yüzden ben de ona sormadım. Evi var mıydı, kiminle yaşıyordu, evli miydi, ne iş yapardı, bir merak edeni olmaz mıydı, sormadım. Ben onun için ‘yürüyen adam’dım, o benim içim ‘ağlayan kız’. 

Bende kaldığı iki hafta boyunca tek öğrendiğim-o da kısa sohbetlerimizdeki satır aralarından- acı bir terk edilme yaşadığı, kendini çaresiz ve kimsesiz hissedip şehirden ayrılmaya karar verdiği akşam bana rastladığıydı.

“Ben yağmurdan kaçıyordum” demişti, “ıslanmaktan korkuyordum ve kendime bir sığınak arıyordum.”

Evin girişindeki kanepeyi ona verdim. Orada yatıp kalkıyor, benimle her gün saatlerce yürüyor, canı isteyince konuşuyor, canının istediği sorulara yanıt veriyordu. Gerçek anlamıyla ‘yol arkadaşım ‘ olmuştu. Üçüncü gün artık melankoliden sıyrılmış, neşelenmeye başlamıştı. Huzurlu ve olumlu bir insan oluvermişti. “Yürümek bana iyi geliyor” demişti, “kendimi daha iyi hissediyorum.”

“Kutlarım seni” dedim, “bende yıllardır bir değişiklik yaratmadı!”

Yazdıklarımı okuyor, kitaplarımı inceliyor, hatta zaman zaman evde temizlik yapıp yemek bile hazırlıyordu. Yeni, küçük bir dünya yarattı kendine. O dünyayı benim evimde yaratması, engellenemez biçimde beni ona doğru çekiyordu. Ama ne olursa olsun, günlük ritüelimizi bozmuyorduk. Sabahları ve akşamları saatlerce yürüyorduk. Şehrin dolaşmadığımız caddesi, girmediğimiz sokağı kalmadı. 

Bir tek kendi dünyalarımıza girmiyorduk. 

Paralel evrenlerde yaşıyorduk sanki. Yan yana ama kesişmeyen iki evren...

 

Tam bağlandığımı hissettiğim anda, evrenlerimizi birleştirmek istediğimi söyleyeceğim anda kaybettim onu...

Bir sabah uyandığımda kanepede o değil yazdığı küçük not duruyordu. Yastığının çukuruna veda sözcüklerini gömüp gitmişti...

“Ben gitmeliyim Yürüyen Adam!

Sen benim denizime karışmadan, ben senin denizini bulandırmadan gitmeliyim.

Çoğaltacağımızı sanırken birbirimizi, kendimizi tüketmeden gitmeliyim.

Sağol her şey için.

Her şey için ama her şeyden önce gözyaşlarımı sildiğin için sağol.

Yolun açık olsun Yürüyen Adam!”

**

Her gün yürümeye devam ediyorum. Ve her akşam daha çok kalıyorum istasyon bankında.

Belki bir gün “sigaran var mı?” diye soran o sesi yanı başımda duyma umuduyla...

**

Sen benim yanımda,

Sağanak yağmurdan kaçan biriydin yalnızca

Gökkuşağını bekleyen…

Gün geldi;

Yağmur dindi,

Varacağını sandığın gökkuşağına

Koşar adım gittin.

Ben kalbimde gözlerin,

Gözlerimde yağmur taneleriyle kalakaldım.

Sen yoksun…

Düşlerimdesin belli ki…