1990-1991 eğitim-öğretim yılı… Manisa Lisesi son sınıftayım. Aynı zamanda okulun tiyatro kulübündeyim ve yılsonu gösterisi için “Yunus Emre” oyununu hazırlıyoruz. İzzet Bilge, hem tiyatro kulübünün sorumlu öğretmeni, hem de Türk Dili ve Edebiyatı dersi

1990-1991 eğitim-öğretim yılı… Manisa Lisesi son sınıftayım. Aynı zamanda okulun tiyatro kulübündeyim ve yılsonu gösterisi için “Yunus Emre” oyununu hazırlıyoruz.

İzzet Bilge, hem tiyatro kulübünün sorumlu öğretmeni, hem de Türk Dili ve Edebiyatı dersi öğretmenimiz…

Deli gibi kitap okuduğum dönemler… Gerçi kitap okuma konusunda hiç aklı başında biri olmadım ama o yıllar nitelikli bir okur olmak için kendime yol çizmeye çalıştığım zamanlar. O yüzden ne bulursam okuyor, edebiyatın büyülü dünyasında her patikaya girip çıkıyor, sözcükler dünyasında kulaç atmaktan yorulmuyorum.

Bir gün elimde Montaigne’in “Denemeler” i, diğer gün Orhan Kemal, Victor Hugo veya Orhan Veli… Orhan Veli her daim var gerçi… Yemeğin yanında su gibi… Hangi kitapla beslenirsem besleneyim, onu yudumlamadan duramıyorum.

Derslerde, teneffüslerde elimde hep bir kitap… Haliyle edebiyat dersini çok seviyorum. Her ne kadar “failatün” tarzı ezberlik konular canımı sıksa da, Hüseyin Rahmi Gürpınar’la lise edebiyat kitabında tanıştım ben. Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’le de…

Öğretmenimiz İzzet Bilge ile tiyatro çalışmalarıyla da kurduğumuz bir yakınlık var. Bu derslerdeki etkinliğimize de olumlu yansıyor tabi ki.

O yaşlar aynı zamanda başımızda kavak yellerinin estiği, sonuçlarını düşünmeden davranışlar sergilediğimiz, uçarı yıllarımız…

Bir gün kendimi lisenin kantininde bir iddianın ortasında buldum. O gün edebiyat yazılısı var. Sınava yeterince çalışamadığım için lafın gelişi, “Boş kâğıt vereceğim herhalde” dedim. Verirsin veremezsin derken, bir baktım arkadaşımla bahse tutuşmuşum. Bahsin ödülü de pomfrit!

Bir avuç patates kızartması uğruna sınavda boş kâğıt vereceğim sözünü verdim!

Sınav başladı… Ben kâğıda hiçbir şey yazmadan bekliyorum. İzzet hocanın dikkatini çekti tabi, yanıma gelip gidiyor. Soruları yanıtlasam 10 üzerinden en az 7-8 alacağım bir kâğıt var önümde. Hele bir soru var ki, tiyatroyla ilgili, klasik tiyatrodaki üç birlik kuralı sorulmuş; İzzet hoca sorunun yanıtını bildiğimden adı gibi emin, “Oğlum” diyor, “niye yazmıyorsun?”

“Pomfrit için” diyemediğim için sesimi çıkarmıyorum.

Sonuçta kâğıdı boş verdim, zayıf not aldım, karşılığında pomfriti kaptım! Diğer yazılılarda ve sözlülerde yüksek notlar aldım da ancak kurtarabildim o zayıf notu.

İzzet hocaya söylemiştim sonradan davranışımın sebebini. Beni sürekli okumaya teşvik eden, yeni kitaplar öneren hocam, bu davranışıma çok şaşırmıştı elbette. Kızmıştı da belki…

Aradan 25 yıl geçti…

Güneşli bir Şubat günü, geçen Cumartesi, “Edebiyatın Haziran Mezarlığı” isimli ilk kitabımın imza günü vardı. Yıllardır yazdığım yazılardan edebiyat üzerine olanları bir araya toplamış, kitap haline getirmiştim. Türk ve Dünya edebiyatının çok önemli isimlerinin yapıtlarının ve hayatlarının loş odalarına dalmış, gizli olmayan ama çok da bilinmeyen hikâyelerini anlatmıştım.

Yaklaşık üç saat boyunca neredeyse aralıksız okurlarıma kitabımı imzaladım. Öğrencilerim, öğretmen arkadaşlarım, yakın dostlarım, okurlarım aynı ortamda hem sıcak sohbetler ediyor, hem de kitabımı imzalatarak anılarına bir yenisini ekliyorlardı.

Elinde benim kitabımla gelenlerden biri İzzet Bilge hocamdı. Yüzünde her zamanki bilge ifade ve gözlerinde sıcacık gülümsemeyle yanıma yaklaştı. Hemen ayağa kalktım, neşeyle karşıladım, kucaklaştık.

İlk lafı şu oldu; “Hatırlıyor musun boş kâğıt verdiğin günü?”

“Nasıl unuturum hocam?” dedim.

“Bak” dedi, “sen edebiyat sınavında bana boş kâğıt verdin, şimdi ben sana kitabının boş sayfasını uzatıyorum, imzala!” dedi. “Seninle ne kadar gurur duysam az” dedi, “çok duyguluyum” dedi, “daha da konuşursam daha çok duygulanacağım, olmayacak” dedi…

Lise sıralarında elimde Montaigne’nin “Denemeler”ini gördüğünde, “bu kitabı okumak ve anlamak herkesin harcı değildir, aferin” diyen hocam, yıllar sonra benim denemelerimden oluşan kitabımı imzalatıyordu bana.

Hayat dediğimiz şey anlardan ibaret. İz bırakan, anlamlı anlar yaşıyoruz. Bunların birleşimi bizi o an hissettiğimiz kişi yapıyor. İdrak ettiğimiz kişi, duyumsadığımız, iç sesini dinlediğimiz kişi, o anların toplamından ibaret. O anlar ne kadar öğreticiyse, ne kadar doyurucuysa ruhumuzu, ne kadar acıtırken bilinçlendiriyor ve ne kadar öfkelendirirken sakinleştiriyorsa, ne kadar bizi bir dakika önceki bizden farklı kılıyorsa o kadar çok yaşıyoruz aslında. O kadar uzun ömürlü oluyoruz.

İşte beni tanıyıp gelen herkes bir an getirdi o gün. Yeni tanıştıklarım da o günü anlarımızın başlangıcı yaptı…

Her birini anlatmak için bilge İzzet hocamı anlattım sadece. Her an diğer anlarla da bağlı çünkü.

İzzet hocam yanımdan ayrıldıktan birkaç dakika sonra lisede okuyan bir öğrencim geldi yanıma, “belki bir gün” dedim ona, “ben de senin imza gününe katılırım.”

Anlamaya çalışır bir bakışla, gülümsedi sadece…