Bizim neslin çocuklarına, çocuklukları boyunca Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfettin okuttular. Başka yazarlar da vardı elbette ama kaçımız çocuk kitapları deyince bu iki ismi hatırlamaz ki? Bize bu kitapları okutanlar yaptıklarının ne derece doğru olduğunu

Bizim neslin çocuklarına, çocuklukları boyunca Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfettin okuttular. Başka yazarlar da vardı elbette ama kaçımız çocuk kitapları deyince bu iki ismi hatırlamaz ki? Bize bu kitapları okutanlar yaptıklarının ne derece doğru olduğunu sorguladılar mı? Hiç sanmıyorum… Oysa bu yazarlardan biri “korku” diğeri “umutsuzluk” aşılamaktan başka bir şey yapmamıştır çocuk ruhlarımıza…

Amerikalı gerilim türünün usta ismi Edgar Allan Poe’nun ülkemizdeki yansıması Ömer Seyfettin’i, bir yetişkin olunca okuyup belki de sevecekken, daha ilkokul sıralarında “Bomba” öyküsünde kutudan çıkan kesik baş, “diyet” için kesilen kol, “falaka”ya yatırılan çocuklar, “kaşağı” yalanı yüzünden ölen kardeşler uykularımızı kabûsa dönüştürüyordu.

Oysa biz korkmak değil eğlenmek istiyorduk o yaşlarda. Ya da umut dolu olmamız gerekiyordu.

Oysa Kemalettin Tuğcu okuyup derin umutsuzluklara sürükleniyorduk. Babasız kalan çocuklar, üvey baba sendromu, el kapısına mahkûm insanlar…

“Dilenci baba”, “annelerin çilesi”, “satılan çocuk”,  isimleri bile trajedi barındıran öyküler bize niye okutuldu?

Bizim kuşağın Muzaffer İzgü okuyarak büyüyenlerinin sayısı Kemalettin Tuğcu okuyarak yetişenlerden eminim daha azdır. Rüyasına Ömer Seyfettin’in karanlık, puslu ve ürkütücü hikayeleri girenlerin sayısı, Aziz Nesin’in eğlenceli öyküleriyle uykuya dalanlardan daha fazladır.

Neyse ki Jules Verne ile, Mark Twain ile de tanıştık bir şekilde ve hayal dünyamızın gelişimine katkıda bulundular. Denizin altında veya uzaya seyahat edebilmenin heyecanını, arkadaşlarımızla güzel vakit geçirebilmenin coşkusunu da yaşadık bu kitaplarda. Tabi dünya çocuk edebiyatında da “Pollyanna” gibi yanlış kitaplar da yok değil. Ne baştan sona karamsar bir ruh armağan eden kitaplar ne de Pollyanna gibi aşırı iyimser, hiçbir faydası olmayan öyküler armağan etmeliyiz çocuklarımıza.

Bizim çocukluğumuzda olduğu gibi şimdi de yapılmaya devam edilen bir hata var. O da çocuklarımıza “dünya klasikleri” adı altında, aslıyla neredeyse hiçbir ilgisi kalmamış eserler okutma çabası… Çevrenizde kitap okuyan herhangi bir arkadaşınıza sorun “klasiklerden neleri okudun” diye, alacağınız cevap şudur, “ben klasikleri çocukken okudum!”. Eminim siz de çocukken okumuştunuz! Çocukken okuduğunuz Victor Hugo’nun Sefiller’i eminim yüz sayfadan fazla değildi! Oysa şimdi biliyorsunuz yaklaşık bin sayfa olduğunu. Ya da Don Kişot? O da kısacıktı değil mi? Yapı Kredi Yayınları’nın bendeki son Don Kişot baskısı 2 cilt ve 900 sayfa! Örnekler çok. Karamazov Kardeşler, Üç Silahşörler, Savaş ve Barış vs. vs. Nasılsa dünya klasiklerinin çoğu geçen zamandan dolayı teliften muaf, bin tane yayınevinden bin çeşit klasikler serisi yayınlanıyor. Çocuklar için kısaltılmış, sadeleştirilmiş, çoğu özensiz bir yığın eser, okusunlar diye çocuklarımıza armağan ediliyor. Bunun iki önemli olumsuz sonucu oluyor. Çocuk gerçekte bir klasik eser okumuyor. Hatta bir eser okuduğunu bile söyleyemeyiz. Çok önemli bir eserin özensiz bir özetini okuyor sadece. Buradan hareketle ikinci bir olumsuz durum yaşıyor. Büyüdüğünde o eserlerin tam metin çevirilerini de okumuyor. Onları nasılsa küçükken okumuştum diyerek uzak duruyor o olağanüstü eserlerden.

Üstelik şunu da gözden kaçırmamalıyız. Sefiller ya da Savaş ve Barış ya da benzerleri çocukken okunacak kitaplar değildirler! Gençliğimizde asıl metinlerini okusak dahi, ilerleyen yaşlarda tekrar tekrar okunması gereken eserlerdir. Bu kitaplar kişinin okuma yolculuğunun başlarında değil, epey bir kilometre yaptıktan sonra anlayabileceği, okumaktan keyif alacağı eserlerdir.

Çocuklarımıza bu kitapların kısaltılmışlarını okutarak hem yanlış kitap okutuyoruz hem de zaten okuduğunu sandığı kitapları aslında okutmamış oluyoruz.

Birkaç yıl önce okuma saatinde sınıfa kitabımla girdim. Çocuklarla birlikte kitap okuyorum. Bendeki kitap Alexandre Dumas’nın Monte Kristo Kontu. Tek cilt basılmış, oldukça hacimli, büyük boy bir özgün çeviri. Bin sayfanın üzerinde. Öğrencimin biri okuduğum kitabın adını sorunca söyledim, sonra başka bir öğrenci elinde 70-80 sayfalık bir kitabı sallayarak geldi. Kitabın üzerinde “Monte Kristo Kontu” yazıyor! “Hocam” dedi, “boşuna zamanınızı harcamayın, ben size sonunu söyleyeyim!”…

Oysa ne güzel kitaplar var çocuklarımıza okutabileceğimiz. Şimdi “Küçük Prens”i falan örnek vermeyeceğim. Onun yeterince tanıtımı yapılıyor zaten. Elbette okunmalı, okutulmalı.

Ben iki kitap önereceğim. Birincisi İranlı bir yazardan, Samed Behrengi’nin masalsı hikâyesi, “Küçük Kara Balık”. Kitaptaki yaşlı balığın çocuklarıyla torunlarına anlattığı masalı okuyanların şanslı okurlar olduğunu düşünüyorum.

İkincisi Michael Ende’nin “Momo” isimli yapıtı. Yazarın deyimiyle, “çalınmış zamanı insanlara geri getiren çocuğun tuhaf öyküsü”. Kitapta Momo isimli bir kız çocuğunun, yeri belli olmayan bir ülkede, belirsiz bir zamanda geçen öyküsü anlatılıyor. Çocuklar kadar, dünyaya duyarlılığını yitirmemiş her yaştan insanın okuması gereken bir eser.

Sadece iki kitap öneriyorum, herkes çocuklarına ne okutacağını daha iyi bilir, benim asıl amacım yukarıda anlattığım yanlış okuma kültüründen çocuklarımızı uzak tutmanın gerekliliğini vurgulamak. Neticede kitap okumak ciddi bir iştir, kitap okumak boş zaman doldurma faaliyeti değildir, önemli ve değerli bir etkinliktir.

En iyi kitap da, sizi başka bir kitaba götürendir.