Sabahın ilk saatleri… Yağmur ince ince yağıyor. Vardiya kentinin vardiyasız çalışanlarındanım ben. Bir gün ben de Orhan Veli gibi “beni bu güzel havalar mahvetti” deyip istifa eder miyim “maarifteki memuriyetimden”? Hiç sanmıyorum… Güzel havaların be

 

Sabahın ilk saatleri… Yağmur ince ince yağıyor. Vardiya kentinin vardiyasız çalışanlarındanım ben. Bir gün ben de Orhan Veli gibi “beni bu güzel havalar mahvetti” deyip istifa eder miyim “maarifteki memuriyetimden”? Hiç sanmıyorum… Güzel havaların beni mahvetmeyeceğinden değil, bir döngünün içinde yuvarlanıp gitmeyi hayat tarzı olarak benimsememizden. Bir de mesleğimi sevdiğimden tabi, ne yalan söyleyeyim. Sevdiği işi yapan çalışmış sayılmaz derler ya, onun gibi bir şey işte…

Evin önündeyim, apartmanın kapısını kapattım, sağ avucumu artık saç kalmamış başımda alnımdan enseme doğru gezdirirken gözlerim yine aynı yere takıldı. İlk merhabamı yine mitolojik dağın zirvesine yolladım gülümseyerek. “Nasıl bir gülümseme bu şimdi” dedim içimden, “ne derdi eskiler, müstehzi mi? Ahmed Arif’in İncesu Deresi’ne merhaba demesi gibi biz de esirgemeyelim bir selamı Spil’den…” Oysa eskinin sabahlarında daha çok şarkı mırıldanarak düşerdim yola; “Dünyanın ucunda bir gül açılmış/efil efil esen yele merhaba”.

Bu kenti sevip sevmediğimi bilemedim hiç. Dağını, ovasını, deresini kişiliğimle özdeşleştiremedim ama üzümünü, zeytinini, yağını başka hiçbir yerdekine değişmedim. Üniversiteyi kazanır kazanmaz gittim, arkama bile bakmadım, bir daha dönmem, yelken açacak çok diyar var dedim ama ilk fırsatta koşar adım geldim. Sonra da niye geldim ki diye hayıflandım. Bir kovalamaca yaşayıp durdum şehirle, şehrin bundan haberi bile olmadı.

Bir şehri niye sever ki insan? Şehir sevilecek bir şey midir, yoksa sadece yaşanılacak bir yer mi? Yaşıyoruz diye sevmek zorunda mıyız; seviyoruz diye burada mı yaşamalıyız?

Bu sokaklar, bu birbirine paralel uzanan caddeler, şu yıllardır aynı yerde duran simitçi, şu adı birkaç yılda bir değişen ekmek fırını, şu çiçeğin tomurcuk açmasından hızlı türeyen banka şubeleri, para çekme makineleri, giderek artan korna sesleri, göz ve sinir yoran trafik ışıkları, yeniden yapılan kaldırımlar, yollar, köprülü kavşaklar, üst geçitler, otoparklar, yıkılıp yeniden yapılan parklar, bahçeler… Bunları mı seviyoruz?

Her yeni kondurulan fabrika için şehre salınan yeni servis araçları mı bizi bu kente bağlayan? Her gün daha çok trafik, her gün daha çok gürültü, her gün daha çok hoşgörüsüzlük, her yıl yeni süpermarketler, daha büyük daha büyük alışveriş merkezleri, wifili cafeler, akıllı tahtalı okullar, fiber optik yaşamlar…

Yoksa hepimiz mahallemizde ölüp giderken, hiç ölmeyen, ölmeyecek insanların burada yaşamış olması, bu şehri var etmiş olmasında mı işin sırrı? Olmak istediğimiz ama olamadığımız insanlar, kültürler, birikimler mi aslında bizi buraya bağlayan? Ahmet Bedevi kadar çevreci, Merkez Efendi kadar âlim, Hafsa Sultan kadar cömert, Fatih Sultan Mehmet kadar cesur olamayıp onların bilgelikleri üzerinden egoist bir rant sağladığımız için mi buraya ait hissediyoruz kendimizi? Fatih’in at koşturduğu yerde okey oynamak, Hafsa Sultan’ın iyileştiği yerde senede bir gün toplanmak, Spil’e doğa yürüyüşleri yapmak, bir hastaneye Merkez Efendi adını vermek bizi hem mutlu ediyor, hem de şehrin tarihine ve kültürüne karşı sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz duygusunu hissettiriyor. Ne kadar narsist bir ruh hali. Biz kenti değil kendimizi mi seviyoruz? Salt kendimizi?

Her sokağına girdim bu şehrin, her caddesini gezdim. Geçirdiğim yaşam süresince değişimini gözledim, öncesini dinledim. Doğup büyüyüp buradan kopamayanlarla sohbet ettim. Bu şehirden ayrılıp bir şekilde buraya dönmek isteyenleri anlamaya çalıştım. İnsanın kendini bir şehre, kendisinin ortaya koymadığı, kendinden önce var olan ve kendisinin orada artı bir kişi olarak soluk alıp vermesinin şehir için hiç bir anlamı olmadığı bir yere ait hissetmesinin, o derin “aidiyet” duygusunun anlamını kavramaya çalıştım.

Akşamüstü, artık bir organizmaya dönüşmüş servis araçlarının arasından, maarifteki işimden eve dönerken Nazım’ın dizeleri takıldı aklıma. Hangi şiirden olduğu bir türlü aklıma gelmedi. Ama önemli değildi. Önemli olan bir şehri sevmek üzerine düşüncelerime nokta koymasıydı:

“İki şey var ancak ölümle unutulur

Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”