Gün battıktan sonra oturdum yine cam kenarındaki koltuğuma. Sehpamda kitaplar, gözlüğüm, notlar aldığım küçük defterim… Ama bugün canım ne kitap okumak, ne yazmak istiyor. Pikabımın yanına gittim. Baktım hala aynı plak duruyor üstünde, ne vakit efkâr bass

Gün battıktan sonra oturdum yine cam kenarındaki koltuğuma. Sehpamda kitaplar, gözlüğüm, notlar aldığım küçük defterim… Ama bugün canım ne kitap okumak, ne yazmak istiyor. Pikabımın yanına gittim. Baktım hala aynı plak duruyor üstünde, ne vakit efkâr bassa gün batımında, beni yarım asır öncesine götüren şarkıları dinlemekten usanmıyorum. Usanmak ne kelime, bu şarkılar olmasa bu günler nasıl geçecekti ki başka? O besteler, o güfteler olmasa hayatın ne anlamı kalırdı ki? Bahtiyar hissedeceksek kendimizi devri diyar etmeden evvel, elbet mesut olduğumuz yılları bize hatırlatan o güftelerin, o melodinin, o ahengin de payı olacak kuşkusuz.

İnsan yaşlanınca bütün melekeleriyle, bütün uzuvlarıyla, hücrelerinin tamamıyla yaşlandığı yanılgısına düşüyoruz. Bedenen yıpranan bir insan gördüğümüzde zannediyoruz ki, bu kişi kalben de yaşlıdır, zihnen de bitkindir. Ne büyük yanlış, ne feci bir yanılgı! Doğada yaş aldıkça unutulan, dışlanan, görmezden gelinen, dikkate ve ciddiye alınmayan tek canlı türü insanoğlu ne yazık ki… Yalnızlık Allah’a mahsus elbette ama yaşlılara da bir iltimas geçmiş bu konuda, kabul etmek lazım. Ne vakit gün ışığı kaybolmaya yüz tutar penceremden, müziğe sarılırım genelde. Gençliğimizde bizi birçok hayale ve elbette sükûtu hayale de sevk eden o şarkıları dinlerim yeniden. Plak çalmaya başlar, ben bir yandan kitap okur, bir yandan kalbime nüfuz eden o musiki dediğimiz eşsiz tınılarla bezeli insanoğlunun belki de en güzel icadıyla huzur bulurum. Kimi zaman da hiç kitap almadan elime, penceremden ufuk çizgisine dikerek başımı eski günlerimi yâd ederim.

“Gündüzüm seninle

Gecem seninle

Beyhude geçti bu

Ömrüm derdinle”

Altmışlı yılların sonlarına gidiyorum bu eşsiz eseri dinlerken. Başımızda kavak yellerinin estiği yıllar. Dil-Tarih’te tahsil görmenin en keyifli yanlarından biri dersler dışında kalan vakitlerde başkentin sokaklarını arşınlamak, sinemalarına dalıp her gelen yeni filmi izlemek, konserlere gitmekti. Taşradan gelen kısıtlı parayla o kadar sosyal bir hayatı nasıl yaşadığıma hala şaşarım.

“Aşkımı bir sır gibi

Senelerdir sakladım

Geceleri rüyamda

İsmini sayıkladım”

Sinemaların önünde müzik çalardı o senelerde. En çok da Suat Sayın’ın melodileri kaplardı caddeleri. Bir hafta sonu Suat Sayın’ın konseri olduğunu öğrendik Gençlik Parkı’nda. Kalabalık bir öğrenci grubuyla erkenden gidip yerimizi aldık konser alanında. Konsere daha saatler vardı. Çekirdek çitliyor, sohbet ediyoruz. Onu ilk kez o gün gördüm. Orada, birkaç metre ötede arkadaşlarıylaydı. Belli ki onlar da Suat Sayın hayranıydılar. Simsiyah saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. İri gözlerine tezat küçük dudaklarıyla yanındakine mütemadiyen bir şeyler mırıldanıyordu. Sabitlenip kalmıştım. Yüreğime bir aydınlık süzülüyordu ona baktıkça. Mekân ve zaman duygum kaybolmaya yüz tutmuştu. Ne yanımdakilerin konuşmalarını duyuyor ne de konser alanını düzenleyen görevlilerin bizi az öteye almak için yaptıkları uyarıları. Neden sonra sürekli bir şeyler anlattığı yanındaki kızı tanıdığımı fark ettim. Bizim sınıftan Türkan’dı bu kız. Öyleyse? Türkan’ın arkadaşını nasıl olmuş da daha önce görmemiştim? Bizim fakülteden mi değildi acaba? Kalbim beynime taşınmış bir yığın soru soruyordu. Hem gençliğin verdiği coşkuyla hem de hayatıma bir fon müziği gibi yerleşen Suat Sayın şarkılarının etkisiyle, hemen harekete geçme ihtiyacı hissettim.

“Türkan” diye seslenerek yanlarında bitiverdim. “Siz de konsere geldiniz demek?”

“Evet. Arkadaşlarla geldik az önce. Tanıştırayım, Muazzez benim memleketten arkadaşım. Mülkiye’den kendisi. “

“Öyle mi, çok memnun oldum. Sizinle daha önce karşılaşmamıştık zannederim.”

“Derslerden kafamızı kaldıramıyoruz. Türkan’la da epeydir görüşemiyorduk. Konseri fırsat bildik. Siz de Dil Tarih’tensiniz sanırım.”

“Evet evet. Aynı sınıftayız Türkan’la.”

Benim dâhil olduğum grup öyle ısrarla seslenip duruyordu ki, yanlarından ayrılmak durumunda kaldım. O kısacık vakitte gözlerimi ondan ayıramamakla beraber hislerimi de belli etmeme gayreti içerisindeydim. O an onunla bir ömür bahtiyar olacağımı düşünüyor, hatta bundan emin bulunuyordum.

“Sevgilim saçların

Zannetme solmaz

Dünyada sevenler

Bahtiyar olmaz”

Konser başladığında Gençlik Parkı hıncahınç doluydu. Onları gözden kaybettim zaman içinde. Kendimizi Suat Sayın’ın şarkılarına kaptırdık. Suat Sayın önemli bir figürdü bizim için. Kimi arkadaşlarımız küçümserdi bu zevkimizi. Fazla ağdalı, abartılı bir melodrama hapsolmuş görürlerdi onun eserlerini. Bizim gibi yüksek nitelikli eğitim alan gençler nasıl olur da “artık sevmeyeceğim”, “zalimin zulmü varsa sevenin Allah’ı var” diye seslenen şarkılara eşlik ederdi? Oysa çok farklı alanlarda hem yerli hem yabancı müzikleri keyifle dinliyorduk. Ama bir yandan Mülkiye’de de okusak, Dil-Tarih’te de okusak taşralıydık biz nihayetinde. Anadolulu karakterimize özgü kederlerimiz, duygusallığımız, hani biraz boynu büküklüğümüz vardı. Hem Suat Sayın’ın sanat müziği icracısı olduğunu söylüyor, onun müziklerinin küçümsenmesine itiraz ediyorduk. İşte en büyük ispatı da Nihavent makamındaki “Gündüzüm seninle/Gecem seninle” eseriydi. Bu makamda bu kadar içli bir beste yapılabilir miydi?

*

Koltuğumdan kalktım, ağır hareketlerle pikabın yanına gittim. Suat Sayın’ın 45’liğini çıkarıp Müzeyyen Senar’ın plağını taktım. Şarkı aynı şarkıydı. Biraz da Müzeyyen Hanım’dan dinlemek istedim. Şundan birkaç yıl öncesine kadar Müzeyyen Hanım’dan dinlerken bu eseri, bir kadeh rakıyı da hazır eder, gün batımında rakımı yudumlayarak dinlerdim bu gençliğimin arka plan müziğini. Ama artık doktorlar tamamen yasak ettiklerinden beri rakıyla eşlik edemiyorum Müzeyyen Hanım’a…

*

O konserden sonra gündüzüm Muazzez’le, gecem Muazzez’le geçiyordu. Kalben elbette. Yoksa kendisini sıklıkla görmem mümkün olamıyordu. Onu görebilmek için Türkan’la daha çok vakit geçirmeye, onunla sıkı fıkı olmaya çabaladım. Muazzez’i ancak onun sayesinde görebileceğimi umuyordum. Nitekim haksız çıkmadım. Bu yolla Muazzez’le görüşmeye, birlikte sinemaya gitmeye, hafta sonları vakit geçirmeye başladık. Önceleri birkaç başka arkadaşla dolaşmak zorunda kalıyorduk. Bahar gelip de eğitim senesi bitmeye yakın artık yalnız da buluşmaya başlamıştık.

Ne yazık ki ona hislerimi açıklama cesaretini bir türlü gösteremedim. O ilk tanıştığımız günkü coşku zaman geçtikçe durulmuş, yerini kaygı, derin bir tedirginlik almıştı. Reddedilmekten korkuyordum. Benimle kalbi bir birliktelik yaşamayı kabul etmeme ihtimali yüreğime koca bir kaya gibi oturuyor, cesaretimi hepten yok ediyordu. Ona karşı hissiyatımı belli edecek çok şey yapıyordum aslında. Şiirler okuyordum, ruh durumumla örtüşen romanlardan bahis açıyor, manidar bulduğum filmlere götürüyordum onu. Ama karşıma alıp anlatamadım bir türlü. Bir kez karar verdim buna ve o gün ona olan aşkım hayat boyu bir sır olarak kalmaya mahkûm oldu.

Tunalı Hilmi’de yürüyorduk. Tabi o vakitler o cadde bugün olduğu kadar kalabalık, hareketli ve ışıl ışıl değildi. Ama yine de en sık kullanılan caddelerin başında geliyordu. Parka oturduk. O gün son derece kararlıyım. Söyleyeceğim. Tüm cesaretimi topladım. Lafa gireceğim sırada;

“Sana kendimle ilgili güzel bir haber vereceğim” dedi.

“Nedir?” dedim.

“Bu yaz nişanlanıyorum” dedi.

“Nasıl yani? Bununla ilgili hiç malumat vermemiştin daha evvel, şaşırdım” dedim.

“Memleketten tanıdığım bir kişi. Çocukluğumuz birlikte geçti diyebilirim. Aslında gönlüm çok zamandır onu istiyor ama onun aynı hisleri taşıdığını yeni öğrendim sayılır. Sömestrde anlattı hislerini. O günden beri devamlı mektuplaşıyoruz. Ailelerimiz de birbirini tanıdığı için itiraz eden olmadı. Bu yaz nişanlanıyoruz. Seneye okulu bitirdiğimde de evlenmeyi planlıyoruz. Ne o? Sevinmedin mi yoksa benim adıma?”

O an sadece bedenen orada olduğum için sorusuna hemen cevap veremedim. Sarsılmıştım. Kekeledim, güçlükle konuşup mutluluklar diledim. Sonra da bir bahaneyle ayrıldım yanından.

Her şeyi yanlış anlamıştım demek ki. Benimle arkadaşlıktan öte bir hissi duruma sahip değilmiş. Gönlü zaten başkasındaymış. Ben sonu olmayan bir tünelde aydınlığa çıkma umuduyla debelenip durmuşum. Boş hülyalara kapılmışım.

Onu bir daha görmemeye karar verdim. Bahaneler uydurarak arkadaşlarla ortak buluşmalara da gitmedim. Bir-iki zorunlu haller dışında okul bitene kadar ve sonrasında bir daha onu görmedim. Kimseye de bu aşktan bahsedemedim. Aşkımı bir sır gibi sakladım. Senelerce…

İşte gün batımlarında efkar bastı mı, ki yaş ilerledikçe daha çok basıyor efkar, gençliğimin bestesini dinleyip yarım kalan, başlayamayan aşkımı düşünüyorum.

**

“Gündüzüm seninle

Gecem seninle

Beyhude geçti bu

Ömrüm derdinle”

Müzeyyen Senar’ın sesi birden kesiliverdi. Müziği kapatan kadın yaşına uygun ağır adımlarla pencere kenarına geldi, adamın karşısına oturdu.

“Bu kadarı kâfi Ekrem Bey” dedi, “Usanmadın mı hala her akşam aynı şarkıyı dinleyip kendi kendine mırıldanıp durmaktan?”

“Mübalağa ediyorsun hanım. Her akşam dinlemiyorum ki. Üstelik kendi kendime konuştuğumu da nereden çıkardın?”

“Şu yarım asırlık besteye o kadar çok kapılıp gidiyorsun ki, kendinle konuştuğunun farkında değilsin elbet. Aynı şarkıdaki gibi Ekrem Bey; gündüzüm gecem seninle ama ömrüm beyhude geçti senin derdinle. O camın dışından al gözlerini ve beni dikkat ve sükûnetle dinle. Bugün artık suskunluğu nihayete erdiriyorum. Belki çoktan bilmen lazım gelen şeyleri şimdi söyleyeceğim ve derdine noktayı koyacağım.”

Adam merak ve şaşkınlıkla karısının yüzüne baktı.

“Neymiş ki benim derdim?”

“Şarkıdaki gibi Ekrem Bey, artık rüyalarında bile ismini sayıklamaya başladın. Beni çok mutlu ettin yıllar boyu, hakkını yiyemem ama derinlerdeki sızın artık iyice su yüzüne çıktı. Ben de acı çekmek istemiyorum artık. Dilersen yollarını bile ayırabilirsin, sana kızmam.”

“Ne demeye çalışıyorsun, doğru dürüst anlatsana şunu!”

“Muazzez sana benim için yalan söyledi. Benim sana deli gibi âşık olduğumu biliyordu. Senin de kendisine tutulduğunun farkındaydı. O da tutku dolu olmasa da senden hoşlanıyordu. Ama benim halimi gördükçe ikimizin bir arada olmamızın daha doğru olacağını düşündü. Sana olan hisleri kuvvetli olmadığı için gelip geçici bir heves olduğunun farkındaydı. Senin hissiyatının da ancak onun hayatında başkasının olduğunu öğrenince zayıflayacağını, henüz başlamamış bir ilişkinin de sana fazla acı vermeyeceğini düşündü. Kendisi konusunda haklı çıktı. Mezun olur olmaz bir adama âşık oldu ve hemen evlendi. Ama seninle ilgili yargısı gerçeğe dönüşmedi. Evet görünüşte gayet iyiydin, sana olan delice sevgime karşılık verdin, güzel bir evliliğimiz, çocuklarımız, torunlarımız oldu. Ama içindeki o yara kanayıp durdu. Görüyorum ki kapanacağa da benzemiyor. Ben seni bu kadar sevmeseydim, Muazzez seninle bir ilişki yaşasaydı nasıl bir ruh dünyan olurdu bilmem. Belki de mutsuz olacaktınız. Ama böyle de mutsuz oldun anlaşılan. Ben senin ruhuna nüfuz edemedim.”

Adamın şaşkın ve büyümüş gözlerinin eşliğinde sehpadan su bardağını aldı, yarısına kadar içti, kocasının gözlerinin içine bakarak konuştu;

“Bu konuşmayı kendimi vicdanen suçlu hissettiğim için yaptım. Ben odama çekiliyorum. Bu vakitten itibaren vereceğin her karara saygı duyacağım.”

Adam ağır adımlarla salondan çıkan karısını izledi, sonra pencereden dışarı bakarak içini çekti:

“Ah Türkan…” dedi, “Ah Türkan…”