Orhan Veli gibi Rumeli Hisarı’na değilse de yine boğazı güzel gören bir yere oturmuşuz. Oturmuşuz da bir de türkü tutturmuşuz. İstanbul’un mermer taşları diye başlamıyor bizim türkü… Martı kuşlarını da, bırak başımıza konmalarını sabahtan beri görmüşlüğümüz bile yok.
Velhasıl Bir Garip Orhan Veli’yle tek bir ortak noktamız var o nisan akşamı: Tarifsiz kederler içindeyiz…
Güneş yeni vedalaşmış şehirle, kentin üstünden gölgesini alıverirken bir serinlik bırakmış ardında. Ne rüzgâr var, ne içinde bulunduğumuz ayın adını alan yağmur. Kimse yok sanki; ülkenin en kalabalık kentinde dip dibe oturmuşuz boğazın kıyısına, karşı kıyıya bakıyoruz anlamsızca. Orhan Veli’nin öldüğü yaştayım o vakitler ama öte yandan Cahit Sıtkı’nın hesabıyla yolun yarısını bir adım geçmişim. Yolun öbür yarısını bitiremeyen Cahit Sıtkı’ya mı inanayım, Orhan Veli’den fazla yaşadığıma mı esefleneyim, bilemedim. Dedim ya, tarifsiz kederler içindeyim…
İşte tam o anlarda, yani ben kendimi şairlere ve şiirlere kaptırmışken yine, bir kıtanın bittiği çizgide Afrika dâhil başka anakaralara yolculuk yaptırırken ruhumu, bana dönerek şöyle dedi;
“Neyi paylaşamıyoruz ki bu dünyada?”
Gözlerine baktım. Gözleri çok güzeldi. Yani öyle laf olsun diye söylemiyorum, gerçekten çok güzeldi. Hani bakınca kala kalınan türden… Ben yine kala kalınca tabi, alıştığından da olsa gerek bu duruma, tekrar etti;
“Neyi paylaşamıyoruz ki bu dünyada?”
“Neyi paylaşabiliyoruz ki?” dedim. “Suyu mu, ormanı mı, yolu mu, dereyi, denizi mi..? Sevgiyi mi, acıyı mı? Ölüm acısını bile paylaşamıyoruz artık. Paylaştığımız hiçbir şey kalmadı. Ortak tek noktamız kaygılarımız. Ortak kaygılarımız da ortak yalnızlıklar doğuruyor ancak. Yalnız kalıyoruz… Giderek daha çok yalnızlaşıyoruz… Benzer yalnızlıklar yaşıyoruz, bu bile bize hiçbir şey ifade etmiyor… İlk fırsatta birbirimize bağırmaktan, küfür etmekten, kavga etmekten, öldürmekten vazgeçmiyoruz. Bizden olmayanın cenazesine bile tahammülümüz yok artık. Lüzumundan fazla derdi varken insanlığın, tek bir insanın, kendimizin bile derdini teşhis edemiyoruz. Paylaşmak mı? Sanırım yeni kuşak bu sözcüğün anlamını bile bilmeden büyüyor…”
“Biz eskidik yani diyorsun?”
Yine o hınzır, muzip gülümseme yerleşti yüzüne. Ne vakit kendimi kaptırsam çözümsüz sorunlarla boğuşmaya, hep böyle yapardı. Eskilerin deyimiyle müstehzi bir tebessüm yerleşirdi dudaklarına. Gözleri ışıldar, beni içine gömülmeye her daim hazır olduğum tarifsiz kederlerin içinden sıyırıp alıverirdi.
“Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum”
Ben Orhan Veli’den söz açarım da o durur mu, devamını getirdi şiirin;
“Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum”
Çay bardaklarımızı tokuşturup aynı anda bitirdik şiiri;
“Bir de rakı şişesinde balık olsam”
Nerden baksan bir yirmi dakika konuşmadan durduk öyle yan yana. Gözlerimiz boğazın durgunluğunda, kendi durgunluklarımızın sessizliğini dinliyoruz. Hep öyle yapardık zaten. Yıllardır bu değişmemişti. Ayrı kentlerde aynı hayatı yaşayan tuhaf bir birlikteliğimiz vardı. O İstanbul’un hengâmesinden ne zaman sıkılsa, atlar uçağa yanıma gelirdi. İşinin gereği bir seyahat denk düşmüyorsa da o bir şeyler uydurur, benim taşra yaşantıma konuk olurdu. Kimi zaman sadece tenlerimizin hasretini giderir, kimi zaman gün ışıyana kadar sohbet ederdik. Dizlerime uzanır, yorulmaksızın anlatırdı. Görüşmediğimiz haftalar, aylar boyunca neler yaptığını anlatır, ne kadar gerekli gereksiz şey varsa, dökerdi içini… Dinlerdim, yalnızca dinlerdim. Ne anlattığından çok anlatıyor olması, yanımda olması önemliydi benim için. Ellerim saçlarında gezinirken, o bana gezintilerini anlatırdı. Ruhunun nerelerden nerelere savrulduğunu, yaşının ilerlerken, her attığı adımın ona neler sunduğundan dem vururdu. Dinlerdim… Sessizce, usul usul dinlerdim onu. Çünkü gecenin sonunda yine gidecek, o koşuşturmasından ne vakit fırsat bulursa o zaman gelecekti bana. Ben burada aynı telaşın içine gömülecek, belirsiz bir zamanda yanıma gelene değin yaşam dediğimiz o yanılsamada kaybolmaya devam edecektim.
Ama bu kez farklıydı. Ben onun kentine gelmiştim.
Tuhaf bir ilişkiydi bizimkisi… İlişki derken bile sakınıyorum sözcükleri kullanmaktan. Yerine başka bir şey diyemediğim için belki, ilişki diyorum. Yıllardır süren bir görüşme, buluşma, paylaşma, öpüşme, sevişme, dertleşme varsa işin içinde, ne diyebilirdim ki bunun adına? Arkadaşlık tanımı çok hafif kalıyor. Sevgiliyiz desem iddialı kaçar, ona da sormak lazım… Dostluk, yoldaşlık… Daha… Daha… Ne diyelim ? Hiçbir şey… Ona bahar diyelim, bana kış… Onun adı Nisan çünkü, benimki Umut…
İstanbul’a geleceğimi duyunca, hemen planlar yapmıştı ikimiz için. Şurada kahvaltı yaparız, şu gün boğaz turuna çıkarız, sana şu manzarayı muhakkak göstermem gerek, izin alırım işe gitmem bir gün, o gün öğlene kadar uyur İstanbul’u dinleriz gözlerimiz kapalı… Oysa yalnız birkaç günlüğüne gelecektim ve yalnızca birkaç saat ayırabilecektim ona. O da bir boşluk bulursam. Yaratmıştım o boşluğu ve o nisan akşamı yanındaydım, bitmesini istemediğim o ılık bahar akşamı… Gel gör ki, şiirden, şarkıdan dem vurup keyfini sürsek de memleket meseleleri gölgemiz olmuştu ve biz ruhlarımız kadar gölgemize vuran sisin de dağılmasını istiyorduk. O yüzden daha gelmeden imparatorluklar başkentine, kavgamızın şehri yapmıştım bile ben onu şairin hakkını verdiği kadar…
“Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri” dizelerini yazmıştım ona Vedat Türkali’den.
“Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla, köprülerinle, kulelerinle, meydanlarınla,
Mavi denizlerinle yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle…”
Şaşırmıştı tabi… Çünkü dünyaya baktığımız yönlere göre bu dizeleri benim değil onun bana yazması gerekirdi. Onun gördüğü dünyayı benim anlatmam hoşuna gitmişti yine. Ayrı dünyaların insanı gibi görünüp aynı şiirin dizelerinde buluşmak bizim kendimize kurduğumuz dünyanın harcıydı…
Tarifsiz kederler içindeydik o akşam Orhan Veli gibi… Kederimiz hem yanıtlar buldukça soru işaretlerimizin arttığı yaşamlarımız, hem de çevremizde bitmek bilmeyen yanıtı olmayan sorular içindi. Kendisine tepeden baktığımız İstanbul’a soruyorduk, neyi paylaşamıyordu insanlık? Ve biz neyi paylaşmanın derdindeydik?
“Neyi paylaşamıyoruz biliyor musun?” dedi.
“Neyi?” dedim.
“Ölüm korkusunu…” dedi…
Gözlerine baktım. Gözleri çok güzeldi. Yani öyle laf olsun diye söylemiyorum, gerçekten çok güzeldi. Hani bakınca kala kalınan türden… Yine de konudan uzaklaşmadım.
“Nasıl yani?” dedim.
“Bütün insanlar öleceğini bilerek yaşarlar. Büyük çoğunluğu, belki de hepsi ölümden korkar. Ama hiç biri ölüm korkusunu paylaşmaz. Anlatmaz… Yani şöyle söyleyeyim. Ölümden korktuklarını söylerler, yazarlar, bu duygu üzerine şaheser sanat ürünleri ortaya koyarlar. Ama gerçek anlamda hiç kimse içindeki o ölüm korkusunu paylaşmaz. Paylaşamaz. Çünkü gerçek anlamda o duygu tamamen ama tamamen bireyseldir… Kişiseldir… Bu duygu da insanları eyleme iter. İşte kimi suça, iktidar tutkusuna, hatta sapkınlıklara yönelir, kimi de sanata… Şiire, romana, resme… Ya da inançlı bir yaşam sürmeye… Kimi iktidarı paylaşmaz, kimi denizi, dereyi, ormanı, sevgiyi… Kimi de sanat adına ürettiği şeydeki özgünlüğü, ismini paylaşmak istemez. Öleceğimizi bildiğimiz için tüm dünyayı istiyoruz. Tüm evreni… Ötesini hatta… Ne varsa… Soluk alıp verdiğimiz müddetçe her şeyi elde etmek istiyoruz. Bu da bizi kaosa götürüyor. İşte bizim paylaşamadığımız bu Umut. Kimse öleceğini kabul etmek istemiyor. Ve bu yüzden kimse hayatını gerçek anlamıyla paylaşmıyor. Paylaşıyor gibi yaptığı, geçici iç ferahlığı sadece. Ağza atılan mentollü şeker süresinde…”
“Haklısın” dedim, “haklısın da, bu yine bizi çözüme götürmüyor. Senin yanında olmak dünyanın en güzel şeyi benim için, ama dünya öylesine kirlendi ki, suçlu hissediyoruz kendimizi. Bu kirlilik içinde temiz kalabilmenin, debelenmenin ötesinde bir yöntemi olmalı…”
“Var…”
“Neymiş bakalım güzel feylesof?”
“Ölüm üzerine en çok kafa yoran, bir yandan da yaşamın hakkını vermiş kişilere danışmak…”
“Kimlermiş ki onlar, sen tanıyor musun?”
“Sen de tanıyorsun, hem biliyor musun, çoğu da aynı yerde şu anda…”
 “Rakı şişesinde balık olmadın değil mi? Karaya çık bence.”
Birden ayağa fırladı, “hadi” dedi, “gidiyoruz…”
Ben ‘nereye’ demeye kalmadan, koşar adım yürümeye başladı. Beni arkasına kattı, hızlı adımlarla, acelesi varmışçasına yürümeye başladı. Birkaç dakika sonra karşımıza çıkan bir kitapçıya dalıverdi.
“Sen bekle burada, hemen geliyorum” dedi.
Çaresiz bekledim. On dakika sonra elinde kitap dolu bir poşetle çıktı dükkândan. Bunlar nedir, hangi kitapları aldın, neden aldın sorularını soramadan koluma girdi, kocasıyla akşam yürüyüşüne çıkmış bir kadın edasıyla huzurlu ve sakin bir tempo tutturdu.
“Şu telefonundaki müzik uygulamasını aç bakalım” dedi.
Açtım. “Yaz bakalım, aşiyan yollarından ses versem duyar mısın?”
Bir yandan dediğini yaparken, bir yandan da “geldiler sana yine” bakışı atıyorum. Bakışımı alıp denize savuruyor.
Bir yanımız İstanbul Boğazı, bir yanımız “ne çok sevmiştim seni, ne çok hatırlar mısın, aşiyan yollarından ses versem duyar mısın” diyerek ruhumuza işleyen Zeki Müren…
“İki kadeh içtik alt tarafı ama seni tanımasam çarptı diyeceğim. Belki de boğazın güzelliği çarpmıştır, ne de olsa kasvetli bir dağın gölgesinde içtik seninle bugüne değin…”
“Dert etme,” dedi, “tamamen kendimdeyim, hatta şöyle söyleyeyim, hiç olmadığım kadar iyi ve dinç hissediyorum kendimi. Sana bir anı armağan edeceğim bu akşam. Eminim daha önce hiç gitmediğin bir yere götüreceğim seni ve paylaşamadığımız şeyin ne olduğunu gözlerimizle göreceğiz.”
“Peki yürüyerek mi gideceğiz? Onu söyle en azından, günün yorgunluğu üstüne bir de bu saatte koşuşturmayalım. Bir taksiye atlasaydık… Acele giden ecele gider biliyorsun, biraz yavaş… Sakin…”
“Hah ne güzel dedin! Evet ecele gidiyoruz… Ama kendi ecelimize değil! Taksiye de gerek yok, azıcık yolumuz var…”
Zeki Müren hiç istifini bozmadan söylüyor; ‘Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin, bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin…’
Ne yangınlar geçirdim onunla birlikte. Onsuz olmamak için, hayatımdan çıkmaması için ne yangınların içinden sıyrılıp geçtim. Bir bilse içimdeki yangını… Biliyor aslında. Bilmez mi… Bilmese hala hayatımda olur muydu? Beni kolumdan sürükleyip kim bilir gecenin bu vakti aklına gelen şeyin peşi sıra sürükler miydi?
Gerçekten taksiye gerek yokmuş… Birkaç dakika sonra duruverdi bir yokuşun başında…
“Geldik işte…”
“Burası da neresi?”
“Aşiyan mezarlığı!...”
Yüzünde yine o hınzır gülümseme. Ama artık bana hiç de müstehzi gelmiyor. Kaçık bir gülümseme gibi geliyor ay ışığında…
Kendimi tutamayıp alkışladım onu.
“Müthiş bir buluş Nisancığım, gerçekten aylardır seninle görüşemedikten sonra bundan daha güzel bir buluşma yeri ve biriktirilmişlerin yanına konacak bir anı olamazdı. Tebrik ediyorum.”
“Bırak şimdi dalga geçmeyi, neden burada olduğumuzu anlayınca bana hak vereceksin.”
“Neden buradaymışız söyler misin?”
Mezarlığın girişine yönelirken, çantasından küçük bir el feneri çıkardı ve beni de elimden tutarak yanına çekti.
“Anlaşılan daha önce buraya gelmediğin gibi burasıyla ilgili bilgi sahibi de değilsin. Seni bu ülkenin en önemli şair ve yazarlarının yanına getirdim aşkım.”
Aşiyan adını Tevfik Fikret’ten dolayı ve mezarının olduğu bu mezarlıktan dolayı biliyordum. Bir edebiyat ve özellikle şiir tutkunu olarak aynı mezarlıkta yatan başka önemli kişilerden de haberdardım. Ama bana yaptığı açıklamasında bunlara değil sadece “aşkım” sözcüğüne kilitlenmiştim. İlk kez söylemiyordu ama her zamanki gibi çok güzel dökülüyordu o sözcük dudaklarından…
“İyi yaptın aşkım,” dedim, “ben seninle her yere gelirim, hele mevzu şiirse biliyorsun, senden önce koşarım ama burayı gündüz de ziyaret edebilirdik değil mi? Bir iki şiir okuyup efkârlandık diye pat buraya gelmesek de olurdu ?”
“Mektup alır, efkârlanırım
Rakı içer, efkârlanırım” diye yine Orhan Veli’den girince,
“Tamam dedim, biliyoruz, ‘Kâzım’ım türküsünü söyleseler efkârlanırız…”
Sarıldı bana. Ne güzel sarıldı öyle. Yani öyle güzel sarıldı ki, mezarlıkta yatan bütün şairler bu sarılmanın verdiği his üstüne en az ikişer dize yazmışlardır.
Biliyordum tabi ki Aşiyan Mezarlığı’nın ününü. Bir şairler ve yazarlar evi olduğunu benim gibi bir şiir tutkununun bilmemesi mümkün değildi. Yahya Kemal’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Orhan Veli’den Attila İlhan’a, Edip Cansever’den Turgut Uyar’a, Özdemir Asaf’tan Tevfik Fikret’e, Tezer Özlü’ye, Abidin Dino’ya kadar öylesine çok sanatçının edebi dinlenme yeriydi ki burası, hep merak etmiş, hep gelip ziyaret etmek istemiştim. Ama İstanbul’a doğru dürüst gelemiyordum ki zaten, bir de buraya vakit ayırayım… O yüzden Nisan’ın yaptığı şey benim için bulunmaz nimetti aslında. Ama akşam vakti, karanlık çökmüşken, şurada kısıtlı bir zamanda onunla buluşmuşken hiç de tercih edeceğim bir şey değildi açıkçası. O da beni çok iyi tanıdığı için tercihime bırakmamıştı zaten…
Usulca mezarlığa girdik. Birazcık yürüdükten sonra fenerin ışığının da yardımıyla Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizeleriyle karşılaştık:
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında…”
Bu dizelerin yazılı olduğu mermerin yanında “Ahmet Hamdi Tanpınar 1901-1962” yazan mermer taşın yanında neredeyse hazırola geçtik ve çantasından bir kitap çıkarıp bir şiir okudu. Son dizeyi ben tamamladım:
“Adımızı soran, arayan var mı?”
Kısık sesle konuşuyorduk ve bir huşu kaplamıştı benliğimizi.
“Neyi paylaşamadığımızı bunlardan daha güzel anlatan var mı?” dedi.
Biraz yürüdük ve karşımıza Yahya Kemal çıktı. Bu kez onun bir kitabını çıkardı ve Sessiz Gemi şiirinden bir bölüm okudu fenerin ışığında. O okurken şairin ölüm temasını ne çok işlediğini düşündüm şiirlerinde. Ve onca şöhretine, şairliğine, devlet adamlığına rağmen aslında yalnızlık içinde geçen ömrünü düşündüm. Yarım bıraktığı aşklarını, yarım bırakılmışlıklarını düşündüm. Şunu düşündüm sonra. Bu şairler bile ölümü anlatırken ölüm korkusunu değil unutulma korkusunu paylaşıyorlardı dizelerinde. Çünkü o duygu Nisan’ın dediği gibi tamamen bireysel aslında, kişisel…
Sonra Orhan Veli’yi ziyaret ettik. Sade bir mezar taşı. Üzerinde Orhan Veli 1914-1950 yazıyor. “Şurada yazanı sesli okusana” dedi, okudum;
“Orhan Veli,
Bin dokuz yüz on dört
Bin dokuz yüz elli”
“Kafiyeyi fark ettin mi” dedi, “Kalemine bağlı uyak zincirini kıran bir şair için ne kadar ironik değil mi? Bu kadar sade ve bu kadar yaratıcı bir mezar taşı da ancak Abidin Dino’dan çıkardı…”
Şaşkınlık ve hayretle yüzüne baktım. “Bilmiyordum bunu” dedim.
“Senin gibi bir Orhan Veli delisi için büyük eksiklik” dedi, gülümseyerek. Bu kez müstehzi değildi gülümsemesi, şefkatliydi…
Sonra Özdemir Asaf’ı ziyaret ettik. Şairin kitabını çıkarınca çantasından, “dur” dedim, “hatırlıyor musun, sana onun dizelerini okuduğum günü?”
Toprağa çöktü, kitaplarını yanı başına bıraktı, ellerini yanaklarına götürdü. Sanki o gün gibi kızarmıştı yanakları da, sıcaklığına bakıyordu elleriyle.
“Nasıl unuturum” dedi, “ama sen anlat yeniden..”
“Birkaç ay olmuştu tanışalı. Arkadaşlarınla bir öğrenci evinde kalıyordun. Hani şu eski bit pazarı dediğimiz caddedeydi eviniz. Hislerimden haberdardın da öyle dile gelmiş bir şey yoktu ikimiz için de… Zemin katın üstündeki dairede oturuyordunuz. Doğum günündü o gün, tesadüfen öğrenmiştim, evde yalnız olduğunu da biliyordum. Aşağıdan zili çaldım. Otomat düğmesine bastın. Girdim apartmana. Sen seslendin yukarıdan, “Kim o?” diye. Ben bir yandan merdivenleri çıkıp bir yandan Özdemir Asaf’ın dizelerini okudum sana;
“Kim o, deme boşuna
Benim, ben…
Öyle bir ben ki gelen kapına
Baştan başa sen!”
Sen kapı eşiğinde öylece bekledin beni, şiiri dinleyerek. Şiiri okumayı bitirdiğimde yanına gelmiştim. Elimdeki gülü sana verdim ve hiç konuşmadan merdivenlerden inip gittim.”
“Ben de öyle kalakaldım ardından… Belki de her şey o gün başladı. Yine senin Orhan Veli’nin dediği gibi; ‘her şey birdenbire oldu, aşk birdenbire…’
Usulca kendime çektim onu. Sarılarak yürüdük şairlerin arasında. Attila İlhan’ın yanına geldik. An Gelir şiirinden ezbere bildiği yeri okudu;
“Görünmez bir mezarlıktır zaman
Şairler dolaşır saf saf
Tenhalarında şiir söyleyerek…”
Biz de bir nisan akşamı, şairler geçidinin ortasında, saf saf dolaşıp şiirler okuyorduk, kendileri ölmüş, dizeleri ve isimleri ölümsüzleşmiş, hayran olduğumuz, yaşamlarımızın en önemli anlarına tanık ettiğimiz dev isimlerin arasında… Birbirlerini acımasızca eleştiren şairler aynı mezarlıktaydı. Cemal Süreya’nın “fazla şiirden öldü” dediği Edip Cansever ve Turgut Uyar ile onları kıyasıya eleştiren Attila İlhan, hepsinden farklı çizgide yürüyen Orhan Veli, birçoğunun öncülü Yahya Kemal, o güzel şiirleri notalara nakşeden Münir Nurettin Selçuk, mutluluğun resmini çizmese de şiirini yazan Abidin Dino, Atatürk’ün fikir rehberi Tevfik Fikret… Yaşamın ucuna yolculuk yapan Tezer Özlü… Hepsi buradaydı…
Tezer Özlü’nün yanından ayrılırken, yine bir kitap açtı Nisan ve aradığı yeri hemen bularak okudu;
“Yaşam yalnızca sokaklarda… Bir canlılık var sokaklarda… Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya… Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu.”
“Hadi,” dedi, “gidelim artık. Görüyorsun. Bu dünyada paylaşılamayacak hiçbir şey yok. Paylaşılamayan şey, dediğim gibi ölüm korkusu sadece. Kişisel olan tek şey o. İstesek de tam olarak ifade edemeyeceğimiz tek şey… Nice şairler, yazarlar geldi geçti. Hepsi bir şeyleri anlatma derdindeydi. Kendileri gittiler. Sözleri burada, bu dünyada… Bize düşen de bir söz bırakabilmektir ardımızda. Onlar güzel sözler bıraktılar. Biz de her şeyi paylaşabileceğimizi bilelim ve yeni sözler bırakalım geriye… Gerisi boş aşkım… Kocaman bir boşluk… Bak ne güzel diyor Tezer Özlü; “Her şeyden önemli olan, yaşayabilmek… Biz, kimse ile yaşayamıyorsak da, kendimizle yaşayan, kendi içimizde gece gündüz mücadele eden insanlarız.”
Elini sımsıkı kavradım. Hızlı ama sakin adımlarla çıktık Aşiyan mezarlığından. Boğazı güzel gören bir yere oturduk. Oturduk da bir türkü tutturduk. Geçen gemilere baktık türküyü söylerken. Sonra telefondan Zeki Müren’i açtık. Zeki Müren “aşiyan yollarından ses versem duyar mısın” derken, ben bir nisan İstanbul’unda Nisan’ın gözlerine bakıyordum.
Gözleri çok güzeldi. Yani öyle laf olsun diye söylemiyorum, gerçekten çok güzeldi. Hani bakınca kala kalınan türden…