(Bu yazı ziyadesiyle öznellik içermektedir. Saatler önce hayatını kaybeden Ahmet Nuri Aydın’ın anısına yazılmıştır; onu tanımamış olanlar, yazıdaki yoğun hissiyat nedeniyle okumadan geçebilirler.)

Ölüm haberini aldığımdan beri bir şarkının sözleri beynimi tırmalıyor. Bir yanım dış dünyaya kapalı. Otuz yıllık bir zaman diliminden anlar, anılar, görüntüler, sözler birbirinin içine geçe geçe zihnime üşüşüp duruyor. Bir yandan tek tek seçmeye çalışıyorum onları, bir yandan beynimi tırmalayan şarkının sözlerini duymaya çalışıyorum.

Sakin göllerin kuğusuyduk

AFSEM Tiyatrosu’na 1989 yılında adım attım. 15 yaşındaydım. O adımı atarken bilmiyordum ki, hayatımın akışı değişecek, yaşam yolumu belirlerken orada edindiğim tecrübeler bana ışık tutacak. Bilmiyordum. Bir lise öğrencisiydim ve Manisa gibi bir şehirde açılan bir tiyatro ilanı görmüştüm. Orada bulunmak, sahneye çıkmak, oyun oynamak o yaşta ve o çağda bir çocuk için ulaşılması zor bir rüyaydı. Taç Bina’nın bodrum katındaki tiyatroya (o zaman adı henüz MASAT idi- Manisa Gençlik ve Sanat Tiyatrosu) girdiğimde, (B-3, B-4… AFSEM’i bilen dostlar bilirler, bodrum katındaki küçük dükkanların numaralarıydı bunlar) ilk dikkatimi çeken şey duvara asılmış küçük bir kâğıttaki yazıydı: “Bir gün su içeceğin çeşmeye çamur sıçratma!”. İlk gençliğimizde çok şakasını yaptık bu sözün. Büyüdükçe, yaşadıkça daha bir anladık doğruluğunu, derinliğini. Can dostum Kadir Poslu ile birlikte adım attık o gün AFSEM’e… Liseden arkadaşımız Coşkun Taş zaten bizden önce tiyatroya girmişti. O günden bugüne edindiğim dostların çoğunu orada tanıdım: Saruhan Simsaroğlu, Naime Mısırcıoğlu, Sezer Soykök, Ender Yelci, Demet Evgar, Gökhan Ünal, Nesip Kalkan, Faik Gökmen, Kubilay Salman, Serkan Baydar, Dilek Sağın, Fatih Fırat, Mutlu Çamlıyer, Ünal Çelikkanat, tabii ki Hediye Abla, Bedriye… Adını saymakla bitiremeyeceğim birçok dostu AFSEM’de tanıdım. İsmini geçiremediklerim için affola..

Ahmet Abi, kelimenin tam anlamıyla nevi şahsına münhasır biriydi. Kendine has sözleri, tavırları, aramızda özdeyiş haline gelen ve sadece onu tanıyanların bileceği cümleleri (“işin gerçeği”, “bilmediğiniz şeyler var”, “Nothingam Forest” vs…) vardı. Öfkesi geçici, sevgisi gürültülüydü. Provalarda kahkahaları eksik olmazdı. Motivasyonu tersten yapmayı severdi: “Siz bu işi beceremezsiniz!”, “Olmaz sizden olmaz!”, “O tarihe kadar çıkmaz bu oyun!” , “Siz böyle oynarsanız o-hooo!”… Her şeye önce olumsuz tarafından bakardı. Bizim yaş grubumuz 15-20 yaş arasındaydı. Ailelerimizden alınan izin dilekçeleriyle katılmıştık tiyatroya. Resmiyete, bürokrasiye çok önem verirdi. Her şey kanuna nizama uygun olacak. O sıralar otuz yaşında bile olmayan Ahmet Abi, bize çok daha büyük görünürdü. Otuzlu yaşlarımızı geçince bir durup düşündük ve anladık onun o yaşta ne denli cesur ve faydalı bir işe kalkıştığını. Göbekli bedeni, yuvarlak yüzü, konuşurken mimiklerini ve ellerini çok kullanması (tanıyanlar o el hareketlerini gözlerinin önüne getirsinler) onu babacan ve sevimli biri de yapıyordu aynı zamanda.

Yarılan ekmeğin buğusuyduk

Rol alacağım ilk oyun çocuk oyunuydu: Tom Sawyer’in Maceraları. Heyecanla okul çıkışı, hafta sonları provalara gidiyorduk. Sahneye konmadı o oyun. Bir de gençlik oyunu vardı ki onda oynamayı çok istiyordum: Ah Şu Gençler. Sene 1989’du ve o yıllarda Ah Şu Gençler oyunu henüz neredeyse bütün Türkiye’de çeşitli okullar ve tiyatro toplulukları tarafından sahneye konmamıştı. Yönetmenlerimiz iki üniversite öğrencisiydi: Naime ve Dilek. Ahmet Abi onları motive etmek için yine olumsuz bakış açısını sergiliyor, oyunu sahneye koyma zamanı ile ilgili iddialara giriyordu. Kendisi “Genel Sanat Yönetmeni” idi ve onun görüşleri çok önemliydi! Yapay bir kutuplaşma yaratarak toplam faydaya ulaşıyor ama biz o yaşta bunun ayrımına varamıyorduk. Prova arası yemekleri birlikte hazırlayıp yediğimiz günler oluyordu. Bir gün kocaman bir tavaya bir düzineden fazla yumurta kırılarak menemen yapılmıştı, bütün ekip tavanın konduğu masanın etrafında toplaşmış, fırından yeni çıkmış ekmekleri yarmış, buğusunu içimize çeke çeke karnımızı doyurmuştuk.

Ben iki ayrı dönemde AFSEM’de aktif olarak bulundum. İlki 1989 ile üniversiteye başladığım 1991 yılları arasında, diğeri Demet Evgar’ın da aramızda olduğu 1995-1996 yıllarında. Üniversite okuduğum ara dönemde de ve sonra öğretmenlik yaptığım zamanlarda da kısa sürelerle AFSEM’de görev aldım. Ah Şu Gençler’i oynadıktan 15 yıl sonra bu kez öğretmen olarak çalıştığım okulda, öğrencilerime aynı oyunu sahneye koymalarında yardımcı oldum, oyunun yönetmenliğini üstlendim. Oyunun provalarında ve sahneye konmasında da elbette Ahmet Abi’nin ve AFSEM’in yardımını aldık.

Anılar karmakarışık… Düzensizce akıp gidiyor beynimin içinden. Komedi Dans Üçlüsü gösterileri, burada görev alan birçok arkadaş: Serkan, Gürbüz, Coşkun, Kadir… Komedi Dans Üçlüsü gösterilerinde bize yardım eden Güven Abi… Yıllar önce kaybettiğimiz Güven Abi. Sonra Faik Abi… Onu da zamansız kaybetmiştik. Sevinçler kadar hüzünler de yaşadık…

Biri saksımızı çiğneyip gitti

Biri duvarları yıktı

Camları kırdı

Belki de en güzel zamanlar turneye çıktığımız zamanlardı: Denizli, Edirne, Kırklareli, Kıbrıs, Uşak, Kütahya… O dekorların taşınması, kurulması, eğlenceli otobüs yolculukları… Kiminde otel yemekleri, kiminde Hediye Abla’nın yaptığı yemekler… Ahmet Abi ve onun kurduğu tiyatro bize bölüşmeyi, işbirliğini öğretti. Ben Ahmet Abi’nin kurduğu, biz gençlere sanat yapma, üretme olanağını tanıdığı tiyatroda çok şey öğrendim. Okuma alışkanlığımı, yazma hevesimi, sanat sevgimi, tiyatro tutkumu ben o ortama, o ortamı yaratan Ahmet Abi’ye borçluyum. Orada tanıştığım insanlardan, her birinden çok şey öğrendim. Salihli turnesinde ekip içinde kavga çıkmışken, sahneyi süpürmeye devam eden Coşkun’dan, öğrenme coşkusunu yitirmeyen Nesip Abi’den, gömleğinin göğüs cebindeki paketten tek bir sigara çıkarabilme maharetiyle bile bize ders verebilen rahmetli Faik Abi’den, sahnenin tozunu yuttuğu o yıllardan beri ısrarla, inatla, her türlü güçlükle boğuşarak tiyatro yapmaya devam eden Sezer Soykök kardeşimden, Kıbrıs turnesi öncesi oyuna kadın hizmetçi yerine zorunlu olarak dahil olup kuliste makyajını yapıp karşımıza neredeyse bir Cemil İpekçi tiplemesiyle çıkıp hepimizi kahkahalara boğan Gökhan Ünal’dan, ilk oyunu Kaç Baba Kaç’ta aynı sahneyi, sonrasında Kocamın Nişanlısı oyununda başrolü paylaştığım Demet Evgar’dan, şiirin büyüsünü gösteren Kubilay Salman’dan, edebiyatın büyüsüyle tanıştıran Naime’den, beni Aziz Nesin ve Uğur Mumcu’nun kitaplarıyla tanıştıran Saruhan’dan, Fenerbahçe’sini her cümlede besmele gibi kullanan Ünal Çelikkanat’tan, sosyal uyum konusunda herkese ders verebilecek yetenekte olan Ender Yelci’den, adını saymakla bitiremeyeceğim birçok insandan çok şey öğrendim ve bu insanların hemen hepsini Ahmet Abi sayesinde tanıdım.

Fırtına gelip aramıza serildi

Çılgın Sonbahar’dı oyunun adı. Doksanlı yılların ortaları. Üniversitede artık yılımdayım. Sıklıkla Manisa’ya geliyorum. Yine bir gelişimde AFSEM’e uğradım. Ahmet Abi kucağıma bir tekst bıraktı, huyudur, (huyuydu..) doğrudan girer konuya: “Bir hafta sonra oyun var, Gökhan’ın rolünü sen oynuyorsun!” Baktım, oyun Çılgın Sonbahar. Bedriye, Sezer oynuyor. Manisa’da olmadığım için oyunun önceki gösterimlerinin hiç birini izlememişim. Oyun hakkında hiç fikrim yok.

“Abi, nasıl olur, ben bu oyunu bilmiyorum ki..”

“Gökhan’ı askere aldılar, sürpriz oldu. Bir seans kaldı, iptal edemeyiz. Sen ezberlersin.”

“Abi ezberlerim de..”

“Olur, olur..”

Ezberimin iyi olduğunu biliyor tabii ama, ekiple bir iki provayla nasıl olacak?

“Abi, bu oyunun video çekimi var mı?”

Kocaman güldü yine:

“Var tabii, ben de onu diyecektim. İzle oyunu, Gökhan ne yapıyorsa sen de onu yap işte!”

O bir haftada oyunu, Gökhan’ı ezberledim, sahneye çıktım. Sahnede Sezer’le karşılıklı volta atarken yalandan çarpışmamız gerekiyor. Gerçekten çarpıştık! Burnum kanamaya başladı. Sahnede peçete, mendil gibi bir şeyler arıyorum. Seyirci oyunun bir parçası sandı kanamayı. Neyse ki oyun komediydi, vartayı atlattık.

Geçen otuz yılda yollarımız hep bir şekilde kesişti. O her şeye rağmen AFSEM’i ayakta tutmaya devam etti. Işık kurdu, dekor yaptı, kurs verdi.

Bir buçuk ay önce çarşıda karşılaştık. Ayak üstü konuştuk. Bir daha görüşmedik. Görüşemedik. İllet hastalığa yakalandığından da haberim olmadı. Dün oğlu Onur’la konuştum. Durumunun kritik olduğunu öğrendim. Bugün sevdiğim bir kardeşimin nikâhına giderken yolda sevdiğim Ahmet Abi’min vefat haberini aldım. Düğünden cenazeye kısacık olan bu hayatın zıtlıklarına çok şey demek istedim, demedim, yutkundum.

Onur bana, babasının cenazesinde sadece birinci derece yakınlarının olacağını söyledi. Öyle söylemişler. Onur’a diyemedim, Ahmet Abi’nin birinci derece o kadar çok yakını var ki, ne camiye sığar, ne tiyatro sahnesine… Diyemedim…

Gözüm yaşarıyor

Yüreğim yanıyor

Olmasaydı sonumuz böyle