60’lı yılların sonlarına doğru soğuk bir kış günüydü. Sabahın erken saatlerinde, on bir yaşlarında bir çocuk Saruhan kitabevinden aldığı gazeteleri, mukavva kaba yerleştirip, kayışı omuzuna geçirip koltuğunun altına sıkıştırdığı gazetelerle Beyazfil'e doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı... Hava o kadar soğuktu ki, küçük çocuk iliklerine kadar üşüyordu. Ayağındaki eski naylon ayakkabılar, eski çoraplar, sırtındaki ince ceket, beli iple bağlanmış pantolonuyla öyle sefil görünüyordu ki… Çocuk küçük yaşta yaşadığı zorlukların verdiği olgunlukla ama tiz sesiyle:
-Yazıyooor! Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet..
Son haberleri yazıyooor! Gasteee… diye bağırmaya başladı.
Oysa şu an sıcak bir sobanın yanında olmayı ne çok isterdi... Keşke annesi hasta olmasa, keşke babasının iyi bir işi olsa, her gün iş aramak zorunda kalmasaydı. Keşke bu kadar fakir olmasalardı. Sabahın köründe yatağından kalkıp gazete satmak zorunda kalmasaydı. Küçük çocuk bunları düşünürken yağmur başladı. Aniden bastıran yağmur çocuğun hevesini kırmıştı. Gazeteler ıslanmamalıydı. Yoksa gazeteleri kimse almaz, bugün para kazanamazdı. Saçakların altlarından, yağmurdan korunmaya çalışarak yürüyordu. Saat 12’ye kadar bütün gazeteleri satıp okula gitmesi gerekiyordu. Bunları düşünürken bir yandan da "Yazıyooor! Gasteee! .." diye bağırmaya devam ediyordu. Beyaz Saray sinemasının önünden geçip, çarşıdaki sokakları dolaşacaktı, gazeteler ıslanmamalı diye düşünürken tökezledi. Biranda koltuğunun altındaki gazeteler havalandı. Çocuk hızla yere kapaklanırken gazeteler de su birikintisine döküldü. Küçük çocuk çaresizlik içinde ağlamaya başladı. Öyle masum, öyle korumasız, öyle çaresizdi ki küçük yavru. Çevreden birkaç kişi yanına gelip, teselli sözleri söyleyip "Vah zavallı yavrucak" diyerek gittiler. Birkaç kişi de üzüntüyle çocuğa bakıyordu. Küçük çocuk suda ıslanan gazetelere, ekmek parasına bakıp, bayiye ödemesi gereken parayı düşünüyor için için ağlıyordu ki. Şefkatli bir el çocuğun başını okşadı. Çocuk yaşlı gözlerle başını okşayan elin sahibine döndü. Orta yaşlı, takım elbiseli, efendi biri gülen gözlerle çocuğa bakıyordu. Küçük çocuğun elinden tutup kaldırdı. Küçük çocuğun üstü başı da ıslanmış çamurlanmıştı. Dizi kanıyordu, avuçları soyulmuştu. Adam çocuğu karşıdaki Orhun Eczanesine götürüp dizine pansuman yaptırdı, ellerine merhem sürdürdü. Çocuk bu arada sürekli "gazetelerim, gazeteciye borcum " diye ağlıyordu. Adam çocuğa;
-Oğlum artık ağlama, gazeteciye borcun ne kadar? dedi.
- 20 lira, bende 2 lira var ... Adam çocuğu baştan ayağa süzdü. Eski naylon ayakkabılar, yırtık çoraplar. Yakındaki dükkanlardan çocuğa ayakkabı elbise alıp giydirdi, eski elbiselerini paket yaptırıp eline verdi... Sonra 20 lira verip:
- Bu gazetelerin parası, bu da senin bu günkü yevmiyen diyerek 30 lira daha verdi. Oysa çocuğun yarım günlük kazancı beş lirayı geçmezdi. Küçük çocuk sevinçten, şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyordu. Minik yüreği kuş kanadı gibi çırpınıyordu. İlk defa hayatında güzel şeyler oluyordu. İyi kalpli adam "Haydi oğlum artık evine git okul vaktine kadar dinlen. Ama muhakkak oku, iyi bir insan ol emi." diyerek çocuğun saçlarını okşadı. Çocuk teşekkür ederek adamın yanından ayrıldı. Önce Börekçi Abdurrahman'a uğrayıp kıymalı börek aldı. Sonra gazetelerin parasını ödedi. Eskiden Hatuniye Cami arka tarafında karşı köşede bir fırınla mandıra vardı. Fırından sıcak ekmek, mandıradan tuzsuz lor aldı. Annesi loru çok seviyordu, annesini mutlu etmek istiyordu. İçinden o iyi adama dua ediyordu. Eve gelip olayı anlatınca annesi gözyaşları içinde:
- Oğlum o iyi insandan Allah razı olsun. Ama sen sen ol alan el olma, veren el ol dedi. O gün o sözün anlamını bilmiyordu ama yıllar içinde annesinin ne demek istediğini çok iyi öğrenmişti. Şimdi İzmir'de Sanayii bölgesinde yirmi kişinin çalıştığı küçük bir işletmesi, dualarından eksik etmediği o iyi kalpli insan vardı. İş başvurusu yapan Manisa doğumlu bir gencin formunu incelerken, dışarıda yağan yağmur Mustafa Bey’e çocukluğunu hatırlatmıştı.