Yerin yüzlerce metre altında çalışan bir madenciydi. Hayattan bezmiş, umutlarını tüketmişti. Ailesi için çalışıyor ve yaşıyordu. Şu dünyada bütün ömrünü çalışarak geçiriyor olmak en büyük üzüntüsüydü. Tek kaçışı hayalleriydi. Yerin altında verilen kısacık molalarda bile kolunu bir yere dayar, hayallere dalardı.
Yine bir gün hayal kurarken uyuyakaldı. Gözünü açtığında iş arkadaşlarından kimse yoktu çevresinde. Herkes paydos yapmıştı. Neyse ki tecrübeliydi. Kendisine zarar vermeden kısa sürede çıktı maden ocağından.
Dışarıda onu korkunç bir manzara bekliyordu…
Her yer ceset doluydu… Yan yana, üst üste yığılmış cesetler. Henüz ölmemiş olanlar ise hareket yeteneklerini kaybetmiş, korku dolu gözlerle toprağa uzanmış, öylece yatıyorlardı. Gözün alabildiği her yer ölmüş veya ölmek üzere olan, konuşamayan, hareket edemeyen insanlarla doluydu.
Madenci gördüğü manzaranın şokunu yaşarken aklına hemen ailesi geldi. Evine doğru koşmaya başladı. Koşarken sürekli cesetlere rastlıyordu. Evine vardığında eşini ve iki çocuğunu da ölmüş halde buldu. Ağladı, ağladı, ağladı…
Günlerce konuşacak, kendisine olanları anlatacak birini aradı, bulamadı. Bu arayışında dikkat etti ki, insanlar dışında hiçbir şeye hiçbir şey olmamıştı. Binalar yerli yerinde duruyordu. Marketler, sinemalar, bankalar… Arabalara da bir şey olmamıştı. Sadece artık hiç birinin sahibi yoktu. Çevrede, doğada gözle görülür bir bozulma meydana gelmemişti. Ama insanlar… Geçen bir hafta boyunca yaşayan tek bir insan görmemişti. Bir savaşın içinde olduğu korkusu yayıldı içine. Kendisini de bulup öldüreceklerdi. Bir süre sonra bu korku da kayboldu.
Madenci sonra dedi ki kendi kendine; “Madem benden başka kimse yaşamıyor ve bir insanın sahip olmak isteyeceği her şey var çevremde; o zaman ben de bunun tadını çıkarayım.”
Her gün başka otomobile bindi. Ülkenin her yerini gezdi. Komşu ülkelere girdi, çıktı. Yerin altındayken hayalini kurduklarından çok daha fazlasını yaptı. Bankalardaki bütün paralar onundu. Bütün uçaklar, gemiler, arabalar… Bütün fabrikalar, şehirler, ülkeler…
Derken bir gün çok bunaldı madenci. Yalnızlık tüm benliğini sardı. Konuşacak tek bir kişinin bile olmaması onu aklını kaybedecek noktaya getirdi. Hayat böyle sürüp gidemezdi. İntihar etmeye karar verdi. En yüksek gökdeleni buldu. Çatısına çıktı. Göz alabildiğine kendisine ait olan yerlere son kez baktı. Attı kendini aşağıya.
Gökdelenin çatısından yere doğru savrula savrula düşerken…
Odaların birinden, telefon sesi duydu!..
 Öğretmenlik yaşamımda, zaman zaman bu hikâyeyi öğrencilerime anlatmışımdır, hâlâ da anlatırım. Özellikle lise ve üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilerin en büyük ihtiyacı özgüven ve umut… Bu duygular, kitaplarla, testlerle, optik okuyucularla aktarılamıyor ne yazık ki… Umudun her zaman olduğuna dair bu hikâyeyi çok severim.
Geçenlerde, 16-17 yıl önce dersine girdiğim bir öğrencimle karşılaştım. O günden beri onu görmediğim için ben onu tanıyamadım tabii. O beni tanıdı ve yıllar sonra benimle karşılaşmasının onun için çok anlamlı olduğunu söyledi. Üniversitede öğretmenlik okumasının sebebinin ben olduğumu söyledi. Yukarıdaki hikâyeyi hatırlattı bana; unutmamıştı.
Sadece altı ay dersine girmiştim bu öğrencimin ama iz bırakabilmiştim.
Öğretmenlerin böyle sayısız anısı vardır ve bizim mesleği eşsiz yapan şey de bu güzel karşılaşmalardır.
Ona kitabımı imzalayıp verdim ve şöyle yazdım;
“Hayatta her zaman çalacak bir telefon ve beslenecek bir umut vardır…”
Yaşam dediğimiz şey anlardan ibarettir. Bize bu anları yaratan ve ufukları açan tüm öğretmenlerin günü kutlu olsun…