Edebiyat denince akla birçok tür geliyor. Zaman içinde hem edebiyatçılar, hem okurlar, büyük oranda eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri edebiyatı sınıflandırmışlar, türlere ayırmışlar. Bu günümüzde de devam ediyor. Edebiyat akımlarından bahsetmiyorum. Yani realizm, romantizm gibi akımlar değil söz ettiğim, türlerine göre sınıflandırmayı kastediyorum.
Klasik edebiyat, çağdaş edebiyat, modern edebiyat, post-modern edebiyat, yeraltı edebiyatı, distopik edebiyat, polisiye, korku-gerilim… Say say bitmez… Öykü olsun, roman olsun, hatta şiir olsun edebiyat alanına girmiş herhangi bir eserin ait olduğu bir de dünya var. Zaten vardı, şimdi bu edebiyat mahalleleri çoğaldı, çeşitlendi, her gün yenileri ekleniyor.
Teknolojinin gelişmesi, pazarlama tekniklerinin okur ve kitap arasına gözle görülür bir şekilde yerleşmesiyle aslında edebiyatta türlerin de akımların da bir önemi kalmadı. Okurun kişisel tercihlerinden çok ona dayatılan seçenekler ön plana çıkmaya başladı. Okumak, yani okumak için kitap satın almak sıradan bir tüketim eylemine dönüştü. İnsanlar nasıl ki her hangi bir şeyi satın almadan önce o şeye ihtiyaç duyduklarına ikna oluyorlar, sonra o ihtiyaçlarını gidermek için raflarda, vitrinlerde, reklamlarda, ilanlarda gözlerine gözlerine sokulan ürünleri satın almak için her türlü mali sıkıntıyı göze alıyorlarsa aynı şey artık kitap alışverişi için de geçerli.
Gelinen noktada edebiyat okuru değil edebiyat müşterisi vardır artık. Bir kitabevine girdiğinizde sizi rengârenk raflar karşılar. Sizin hangi kitabı almanız ve okumanız gerektiği sizin adınıza düşünülmüştür. Çok satan raflarında gökkuşağının renkleri her bir kitaba dağıtılmıştır özenle. İşte bunlar çok satmaktadır ve siz de ‘kitap okumayı çok seven’, ‘modern’ bir okur olduğunuza göre bu kitaplara kayıtsız kalmamalısınız. Çok satanlardan en az birini almalısınız, almalısınız ki henüz bir gün önce çıkmış kitap sizin gibi ‘müşteriler’ sayesinde gerçekten çok satan olabilsin!
Kitabevlerinin ve yayınevlerinin ‘sizin için seçtikleri’ vardır bir de… Siz zahmet edip fazla vaktinizi harcamayın, zaten çoğunlukla uyumadan yarım saat önce kitabı elinize alacak ve gün yorgunluğuyla gecede 10 sayfadan fazla okuyamayacaksınız. O bile yeter, arkadaş ortamlarında bilgili ve kitap kurdu görünmek için…
Kitabı satın almadan önce incelemek için elinize aldığınızda, hele yabancı bir ‘best-seller’ ise, muhakkak şunlarla karşılaşırsınız; kitap ya Newyork Times’ın çok satanlar listesinden haftalarca inmemiştir, ya da Stephen King ve benzeri usta yazarların kitapla ilgili tavsiyeleri vardır. Okumazsanız eksik kalırsınız, hatta okumasanız da satın almalısınız, çünkü özellikle bazı kitapların mutlaka filmi çekileceği için, ‘ben kitabını okumuştum, film o kadar iyi olmamış’ diyebilesiniz…
Çok satanların yanında ‘yeni çıkanlar’ vardır, nedense hep aynı yayınevlerinin kitaplarıdır onlar da… Şimdi almazsanız, haftaya ‘çok satanlar’ kısmına geçer o kitaplar, yine almazsanız ‘kısa süreli’ indirime girer, 9.90 liraya falan alırsınız! Yani alacaksınız ama size satılmak isteneni alacaksınız. Eğer bilinçli, disiplinli bir okur değilseniz, bir edebiyat tutkunu değilseniz, size sunulanın dışında bir arayış içinde değilseniz kitabı da yoğurt alır gibi, şampuan alır gibi, meyve suyu alır gibi, gofret alır gibi alacaksınız. Sadece tüketmek için…
İşte edebiyatın geldiği nokta tam da budur: Süpermarket edebiyatı!
Anlattıklarım internet sitelerinden kitap alırken de geçerli, hatta kitap fuarlarında bile geçerli… Kitap artık metalaşmış durumdadır, ürüne edebi hiçbir anlam yüklemeden tamamen ticari bakılmakta, bu yüzden satışı için tamamen ticari düşünülmektedir. Bir kitabevini dolaştığınızda, gerçekten aradığınız bir kitap varsa, bu kitabı başka bir kitabın içinde referans olarak gördüyseniz ya da küçük bir yerde rastlayıp not aldıysanız, o kitabı o çok büyük kitabevlerinde göze batan yerlerde göremezsiniz.
Bir edebi ürünün içeriği değil sunumu daha önemlidir artık. Sunumu da önemlidir demiyorum, sunumu daha önemlidir diyorum. Yani kapağın albenisi, arkasında yazanlar, kitap için yazılanlar, yazarından da, yazılandan da çok daha önemli ne yazık ki…
Çünkü instagramda paylaşılacak! Yanına bir fincan kahve konacak ve o ‘çok satan’ kitabı bizim de okuduğumuz cümle âleme duyurulacak.
Çünkü facebook sayfamızda, sehpaya yayılmış kitaplarımızın fotoğrafları sergilenecek!
Bunun kahvaltı sofrasını, yemek masasını paylaşmaktan ne farkı var? Yok!
Çünkü edebiyatın geldiği nokta burasıdır, burada da o kitabın distopik, sürrealist, yeraltı vs. olmasının önemi yoktur, aslına bakarsanız okunmasının da bir önemi yoktur, satın alınmış olmasının bir önemi vardır. Ve hepsi artık tek bir edebiyatı simgeler, bunun adı da süpermarket edebiyatıdır…
Kitabevine giriyorum, çok önemli bir şairin kitabını soruyorum, yok, “isterseniz getirtebiliriz” diyorlar bir de, ama benim için o şairin eserinin olmadığı yer kitabevi değildir artık. Üstelik şiire karşı müthiş bir ayrımcılık yapılıyor bu market-kitabevlerinde. Dikkat edin, bütün kitabevlerinde şiir kitapları üvey evlat muamelesi görür, en az raf onlara verilir, en gözden uzak yerlere şiir kitapları yerleştirilir, üstelik özensizce. Şairin bir kitabı rafın ucunda, diğeri öbür rafın sonundadır.
Neden? Şiir kitapları ucuzdur çünkü! Süpermarket sana der ki, “sen bu şiirleri internetten de okursun, al sen şu kitapları oku, bak bilmem kaç dile çevrilmiş, bilmem kaç ülkede bilmem kaç hafta liste başı olmuş…” Alırsın o tuğla gibi kitapları, ortaokul dilbilgisi seviyesinde ve kocaman puntolarla yazılmış kitabı okuduktan sonra “800 sayfa kitabı şu kadar günde bitirdim” diye caka satarsın…
İşte bu süpermarket edebiyatıdır!
Herkes okusun, yeter ki okusun elbette, temelde ben de öyle düşünüyorum. Sadece dileğim odur ki, yoğurt alırken gösterilen titizlik kitap alırken de gösterilsin.