1960 yılı Kasım ayı...
Kalabalık bir ailenin çocuğuydu Arif. Tabane'de oturuyor, Necatibey İlkokulu’na gidiyordu.
Birçok arkadaşı gibi naylon ayakkabı, eski ceket giyiyordu. Ancak bunlar umurunda değildi. Okulunu arkadaşlarını çok seviyordu. Çok iyimser bir çocuktu…
Kıştı, Ramazan Bayramı’na bir hafta vardı. Öğretmen sınıftan beş öğrenciyle birlikte Arif'i de müdürün odasına gönderdi. Odada başka öğrenciler de vardı.
Orta yaşlı ciddi görünüşlü, üzerinde kalın paltosu, kaliteli giysisi olan bir adam öğrencilerle birlikte çarşıya gitti. Arif bir şey anlamamıştı...
Hep birlikte bir ayakkabı mağazasına girdiler. Kesif bir deri ve cila kokusu içinde öğrencilerin hepsine birer çift ayakkabı verildi. Ayaklarına deneyip, aldıkları ayakkabılar öğrencileri sevindirmişti. Ancak Arif bu soğuk kış günü kendisine verilen ayakkabıya her ne kadar sevinmişse de; birine muhtaç olmak, başka birinden yardım almak Arif'in küçük yüreğini yaralamıştı...
Bu bayram ayakkabıları beş yıl boyunca verilmişti. Her defasında Arif aynı hüznü yüreğinde duymuştu: "Keşke kimsenin yardımına ihtiyacım olmasa…"
Aradan yıllar geçmişti...
İzmir'de otururken tanıdığım bir stilist arkadaşım Manisalı cimri bir iş adamına çizim yaptığını, adamın her şeyin hesabını kitabını milimine kadar yaptığını, elektrik, su, yemek konusunda çok titiz olduğunu, tek kuruşu bile hesapladığını...
Buna benzer birçok şey anlatıyordu. Anlattıklarıyla sürekli Manisalı vurgusu yapıyordu. Bu da canımı sıkıyordu.
Boş vaktinin olduğu bir gün Konak'a gittik. Kahve içmek için oturduğumuz yere bir arkadaşı geldi. Manisalı iş adamının muhasebe işlerine bakan genç bir hanımdı…
Söz döndü dolaştı Manisalı adamının cimriliğine geldi. Arkadaşım adamın titizliğini, hesapçı ve cimri olduğunu söyleyince genç hanım çok şaşırdı.
“Arif Bey’le ne kadar çalıştınız?” diye sordu.
Arkadaşım, bir ay kadar işlerinde yardımcı olduğunu söyleyince, genç hanım gülümsedi.
“Bu konuyu seninle hiç konuşmadık, ama çok yanılıyorsun. Arif Bey sadece israfa karşı; alın teri dökülerek kazanılan tek kuruşun boşa gitmesine izin vermez. Boş yere israf edilen her şeye karşıdır. Ben kaç kişinin muhasebe işlerine bakıyorum. Bana müdahale etmeyen vergisini kuruşuna kadar ödeyen tek mükellef Arif Bey’dir. En önemlisi her Ramazan zekâtını hesaplar bu parayı Manisa'da tespit ettiği ihtiyaç sahiplerine ulaştırır. O yardımı alanların hiç biri yardımı yapanın Arif Bey olduğunu bilmez. Ben bir kaç kez neden yardım yaptığını kimseye duyurmadığını sordum, ’Kızım sağ elin verdiğini sol el bilmemeli… Ben küçüklüğümde yardım alırken bunun ezikliğini çok yaşadım. .Hep Allah'ım beni senden başkasına muhtaç etme diye yalvardım. Çok şükür şimdi ben yardım edecek durumdayım’ diye cevap verdi. Yani Arif Bey çok çalışkan, yardımsever, dürüst biridir “ diye anlatınca ikimizde çok şaşırmıştık.
Ben bunu öğrendiğime sevinmiştim. Bu muhasebeci hanımın vesilesiyle Arif Bey’le görüşme fırsatım oldu. Öyle alçak gönüllü mütevazi biriydi ki... Hele eşi, ikisi de şeker gibi insanlardı.
Söz Manisa'ya gelince yukarıda yazdığım okul hatırasını anlattı. Ne kadar iyiliksever olduğunu söyleyince öyle mahcup oldu ki; “Ben sadece Allah'ın bana verdiğini ihtiyacı olanlarla paylaşıyorum” dedi.
“Ama kimse bilmiyor, sizi cimri sanıyorlar” deyince, “Allah biliyor ya, başkasının bilmesine gerek yok. Hem ben sadece yapılması gerekeni yapıyorum. Sağ elin verdiğini sol el duymamalı, sözünü uyguluyorum; Hepsi bu” dedi.
Manisa Tabane'de başlayıp İzmir Alsancak'ta devam eden tertemiz, insanlık dolu bir hayat....
Allah hepimizi; sağ elin verdiğini sol ele duyurmayan kullarından eylesin...