Ailenizde en az bir Oblomov olduğuna eminim.
Ya siz, ya kardeşiniz, ya eşinizin ailesinden biri…
Ya da çevrenizde mutlaka bir Oblomov’a rastlamışsınızdır.
Aslında Oblomov’dan çok Oblomovluk kavramını kullanmamız daha doğru.
Romanı okuyanlar ne demek istediğimi anladılar ama okumayanlar ve okuyanlara tekrar hatırlatmak için bu özgün eserden bahsetmem gerekiyor.      
“Oblomov”, Dünya ve Rus edebiyatının en büyük romanlarından biridir. Yalnız ustalıklı diliyle değil, yüz elli yıl sonrasına bile aktarabildiği toplumsal eleştirisiyle de güncel bir başyapıttır.
Buna rağmen eserin hak ettiği değeri gördüğünü söylemek zor. Dostoyevski, Gogol ve Tolstoy gibi dev çınarların çağdaşı sayabileceğimiz İvan GONÇAROV, bu yazarların gölgesinde bırakılmıştır biraz da.
İlk bakışta 19. yüzyıl Rus aristokrasisinin bir eleştirisidir Oblomov.
Romandaki Oblomov karakteri, bir “Oblomovluk” durumu yaratmıştır. Bu yüzden Oblomovu anlatmak aynı zamanda Oblomovluğu anlatmaktır.
Oblomovluk; bir türlü eyleme geçmeyen daimi bir uyuşukluk, tembellik halidir. Ama bu aşırı tembelliği sıradan, bildik anlamda tembellikle karıştırmamalı. Oblomov’da bir toplumdışılık, topluma uyum sağlayamama söz konusudur.
Oblomov, ailesinden kalan yüklü miktarda mülkle, göç ettiği şehirde yaşamaya çalışan bir Rus derebeyidir. Sürekli gerçekleştirmek istediği tasarıları vardır fakat içine düştüğü eylemsizlik halinden kurtulamaz.
Onun için yaşam; uyku ve yemekten ibarettir. Günlerini uyuyarak, uzanarak, oturarak –nadiren yürüyerek- ve bir türlü gerçekleştirmediği planlar yapmakla geçirir. Öyle ki bir mektup yazması bile onun günlerini alan uzun planlar silsilesidir.
Oblomov’un eğitimsiz ve cahil biri olduğu sanılmasın. Aksine ait olduğu toplumsal statü ona iyi bir eğitim kazandırmış ama bu entelektüel birikim onu daha çok toplumdışılığa itmekten ve Oblomovluğa-ölümcül uyuşukluğa- sürüklemekten başka bir işe yaramamıştır.
Onunkini sıradan bir tembellikle karıştırmamak gerek; tembel insan işsizlikten mutlu olur, Oblomov ise hiçbir işe giremeyen ama aynı zamanda işsizlikten de memnun olmayan bir adamdır.
Oblomov, birçok klasik eserde olduğu gibi ( Cervantes’in Don Kişot’u, Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u, Budala’daki Mışkin, Moliere’in Cimri’si Harpagon) insanlığın bir halini göstermekle birlikte dönemine ve çevresine bağlı bir karakterdir. Zaten yayınlandığı dönemde Rusya’nın hemen her yerinde eserin heyecanla okunması da bunu kanıtlıyor. Dönem, Rus aristokrasisinin yerini Rus burjuvazisine bırakmaya başladığı, edebiyatta uyuşukluğa ve hareketsizliğe baş kaldırıldığı bir dönemdir.
Gonçarov, romanını iki zıt karakter üzerine kurgulamıştır: Oblomov ve Stoltz. Oblomov,  toplumdışılığı, uyuşukluğu ve doğunun hayalciliğini simgelerken, çocukluktan beri arkadaşı olan Stoltz ise disiplini, çalışkanlığı ve batının eylemciliğini anlatır.
Batıda bu romanın hak ettiği değeri görmemesi de bu karşıtlığın daha doğru deyişle doğunun bu hareketsizliğe hapsolmuş hayalciliğinin algılanmasındaki eksikliktir. Doğu için hayal bir keyif aracı, bir uyuşukluk halidir; batı ise hayata geçireceği şeylerin hayalini kurar.
Gonçarov, doğunun silkinmesinin ve miskinlikten kurtulmasının yolunun harekete geçmekte, eylemsizlikten sıyrılmakta olduğunu Oblomov üzerinden anlatır. Rusya’nın büyümesi için Stoltz’u işaret eder.
Bizim edebiyatımızda da çokça görülen (daha çok kültürel anlamda) doğu-batı çatışmasını (Örneğin Peyami Safa-Fatih Harbiye) Gonçarov daha çok ekonomik temelli ve Rusya eksenli anlatır.
Aradan yüz elli yıl geçmesine rağmen doğunun Oblomovluktan sıyrıldığını söylemek zor. Hepimizde, iş sahibi olanlarımızda bile Obomovluk var ve hatta bir sendrom haline bile dönüşebiliyor.  
Anlaşılan doğu-batı çatışması sürdükçe içimizdeki Oblomovları ruhlarımızdan atmak kolay olmayacak.
Kanımca; ülkemizdeki gelişmeleri, dünyadaki olayları, kentimizdeki değişiklikleri izler, değerlendirir ve eleştirirken, öncelikle Oblomovluktan sıyrılmamız gerekiyor. Doğudaki güneşi batıya bakarak göremeyiz.