Kaçıncı asırda toprağa düştüğünü sormak isterdim altına yaslanıp soluklandığım çınar ağacının.
Köklerinden aldığı dallarını gökyüzüne açmış heybetli duruşuyla huzur veriyor altına sığınanları.
Uçsuz bucaksız, semaya açmış kollarıyla Ulu Camiyi kucaklayıp yakarışa geçmiş bir duruş sergiliyor yedi asırdır.
Şehzade Şehrinin bir ucundan kalkıp insanları buraya ulu çınarın kollarına, Ulu Cami’ye getiren gücün ne olduğunu merak etmişimdir hep.
Şehirleri bizim yapan mimariyi imanla yoğuran ruh muydu yoksa?
Yoksa şehirleri örten ruhu yirmi birinci yüzyılda arayıp bulma sevdası mıydı her fırsatta buraya kaçışımızın nedeni.
Bu ruhu şehir merkezlerinde bulamayışımız mıdır kaçış nedenimiz?
Bazen ormana, köye ve bazen de böyle tarihe yaslanışımızda çevremizden dışladığımız ve bu dışlayışın gönlümüzdeki yarasını her geçen gün biraz daha fazla hissedişimiz midir adımlarımızı çekip sanata, mimariye, tabiata ve bize dair değerler dünyasına götüren?
Sorular, sorular, sorular; cevabı olmayan sorular.
Cevabı içinde gizli sorularıma karşı yapabileceğim makul açıklamalarım yok.
Üstelik hiçbir açıklama derdime derman olacak kadar somut değil.
İyisi mi zamanın bu kertesinde sığındığımız kaleleri sağlamlaştırmalı ve elde kalan bir kaç hazineyle birlikte yola çıkmalı.
Şehzade Şehrinin boynu bükük kalış sebepleri o kadar çok ki.
Hangi birisi saymalı?
Hoş, burada şehrin tarihini ortaya koyacak değilim. O konu farklı bir yazıyı bekleyecek. Ama en azından elde kalanları gelecek nesillere taşımak adına imkânlarımızı seferber edemez miyiz?
Elbette yapılan çalışmaları önemsiyor ve alkışlıyoruz.
Tarih de alkışlayacaktır bu tür çabaları sergileyenleri.
Bizim işimiz şehir adına, gelecek adına şehrin değerleriyle hasbıhal etmek!
Saruhan Bey’in torunu İshak Bey’in imanla nakşettiği Ulu Cami’de Roma dönemine dair taş ve sütunların göze çarpmaya devam etmesi güzel. Zira bizim medeniyetimizi diğer medeniyetlerden farklı kılan özelliklerden birisi de alınan yerlerin tarihi dokuları yok edilmemeden devam ettirile gelmesidir. Yıkılan mabetlerin yerini alan yeni mabetler eski binaların kalıntılarından yapılabilmektedir. Yıkılmayan eserlerin zaten günümüze kadar geldiğini hep birlikte görebilmekteyiz.
Ulu Caminin eski bir Hıristiyan mabedi kalıntılarıyla inşa edildiği görmek buraya ibadete gelenleri hiç de rahatsız etmemiş yüzyıllardır. Ulu Camide gördüğümüz örnekleri pek çok Türk şehrinde görmek mümkün.
Fethedilen şehirlerin Türk şehri haline gelmesinde eski medeniyetlerin ortadan kaldırılması değil onların yaşatıla gelmesidir bir medeniyeti yüksek kılan özellik. Aksine yıkılmaya yüz tutmuş ya da yılıkmış eserlerin yerine yeni bir mana yüklenilerek yenilerinin yapılmış olması medeniyetin sürekli ve evrenselliğini de göstermesi açısından önemlidir bizim dünyamızda.
Nal seslerinin bir musikiyi, bir mehteri andıran tekbir nidalarıyla ele geçirilen devlet, şehir ve medeniyet merkezleri munis bir hal alır yüksek medeniyetin kolları arasında. Bu şehrin yüzyıllardır munisliği oradan gelmektedir bizce. Bir ananın şefkatli kolları arasında bebeğini kavrayıp bağrına basması gibi ele geçirilen yerlerin dini, mezhebi,  milliyeti… Ne olursa olsun her türlü emniyetinden mesul olan bir medeniyetin şehridir biraz da Lale Şehri.
Ulu Caminin banilerinin gözünde Saruhan İli 25 Ekim 1313 Miladiye rastlayan Regaip gecesi fethedildi. Fetih gecesi Saruhan Bey’in alperenlere ve Hıristiyan halka dağıtmak üzere her kese un helvası dağıtılmış ve helvan yanında birer lale ikram edilmiştir.
Lalenin Saruhan’dan Osmanlı’ya geçtiği Fatih tarafından ise Manisa’dan İstanbul’a götürüldüğü gün gibi aşikârdır.
Fetih gecesi korku ve heyecan içerisinde bekleşen halka “Al alma gönül alma” hesabıyla dağıtılan un helvası ve lale soğanı insanların korkularını yenmelerinde bir nebze olsun etkili olmuştur.
Eski kilise kalıntıları arasında bekleşen insanlar her Pazar adet olduğu ayin yapmak amacıyla buraya gelirdi. Fetih gecesi toplu ayin yapılarak İsa ve Meryem’den yardım istendi. Papaz efendi “belki de son kez” diyerek herkesi günahlarından arındırıp elinde tuttuğu Hz. İsa’nın çarmıha gerilişini sembolize eden haçı öptürdü.
Dağıtılan un helvası ve lale halkın düşüncelerinde bir dalgalanma meydana getirmişti.
 “Acaba Türkler anlatıldığı gibi kendilerini bağışlayıp ibadetlerinde serbest mi bırakacaklardı?” Meraklı bekleyişleri fazla sürmedi Manisalıların. Saruhan Bey’in gür sesiyle irkilip rahatladılar:
“Herkesin can, ırz ve dinleri güvence altına alınmıştır. Bu güne kadar olduğu gibi insanlar işlerine devam edecektir.”
Saruhan Bey’in Manisa’da ilk yaptırdığı eser Hacet (Fetih) Mescidi’dir.(1313) Bu durum Türk nüfus yoğunluğu oranında devam edecektir. Ahi ve alperenlerin ibadet ve toplanma, günlük işleri görüştükleri ve bir nevi meşveret meclisi hüviyetini yürüten bu mescit gösterişsiz olduğu kadar da Manisa’nın Saruhan İli olması adına önemli bir adımdır.
Şehirleri bizim yapan taşlar ve taşlara nakış nakış işlenen manevi dünyalardır biraz da.
Saruhan Bey Oğlu İlyas Bey adına yapılan “İlyas Bey Mescidi” mütevazılığinin yanı sıra Türk ruhunun Türkistan’dan getirilen manevi ruh iklimiyle birleşerek dinin ve ırkın engin hoşgörüsünü göstermiştir insanlara. Abidelerin yanında laleler, çınar ağaçlarının kutsi sesi ve şehrin sırtını yasladığı dağdan gelen suların önüne yapılan çeşmeler… İnsana verilen değerin abideleşmiş resimleri oluyordu bu şehirde.

1362 de inşa edilen İlyas Bey Mescidine girerken sizi “Mescitle Allah içindir. Orada Allah’tan başkasına dua edilmez. Mescidin yapımı Mehmet oğlu Hacı İlyas yedi yüz atmış dört senesi cemaziyül evvelinde emretti.”yazar.
Çeşmeler suyun kutsiyetine inana gelmiş bir milletin yaşadıkları her yerde öncelik verdiği ihtiyaçların başında gelmiştir. Bir cami yoktur ki yanında bir çeşme, bir şadırvanı ve bir çınar ağacı olmasın. Osmanlı medeniyeti için su medeniyeti dense yeridir.
Taşa ve ağaca nakşedilen tarihin ortasına kondurulan kurnalardan akan sulara da ayrı ayrı isimler vermiş. Çeşme olur da ağaç olmaz mı? Türk geleneğinde Çınar başta gelir ağaçlar arasında. Servi, çam, kavak aklınıza ne gelirse tüm ağaç çeşitlerini görmeniz mümkündür medeniyetin kol kanat gerdiği coğrafyalarda.
Ulu Caminin çınarları başlığı boşuna değildir bu yazı için. Ulu Caminin önünde gölgesinde oturduğumuz çınar ağacı da bunlardan birisi. Dile kolay yedi asırlık bir ağacın gölgesindesiniz ve bir yedi asır daha devam edip gidecek tazelikte ve zinde görünümü var. Aynı canlılık ve haşmetteki ağaçları Kaz dağlarının eteklerinde kurulmuş Güre’de de şahit olmuş ve aklıma yine de Ulu Caminin çınarı gelmişti.
İlyas Bey Mescidi ve oğlu İshak Bey’in yaptırdığı Ulu Cami’nin en önemli parçalarından; ibadet merkezlerinden ayrı düşünemeyeceğimiz uzuvlarından olan çeşme kitabelerinde tarih ve medeniyetin sanatla kol kola vermiş iklimini buluruz.
Bir Halil nam sahibül hayrat-ı Hak
Eyledi lütfu ile Tevfik-i refik
Bu hayat efza sebili yaptı ol
Buldu revhak ile çar-ı tarik
Remzeder atşana tarih lüleli
Karlı buzlu sükker-i ayn’ür rahik”

Sabahın ilk ışıklarından ikindi vaktine kadar eğlendiğim ulu çınarın gölgesinde ezan sesleri, mevtaya okunan salalar ve kuş cıvıltılarına karışan su sesleri içerisinde insanların can cana sohbetleri… Yayla suyunu kana kana içerek yanı başımda hangi tarihten ve hangi gönülden kaldığı meçhul sadaka taşına yoldaş olarak geçirdiğim zaman… Bir ömre bedeldir Ulu Caminin ulu çınarın gölgesinde.
Şehrin ayakları, çınarın gölgesi ve haşmetli Saruhan İli tarihinin başlangıcı olarak gördüğüm ulu çınarın şehre anlata geldiği tarih, medeniyet ve insanlığa dair her varsa hepsi benimleydi saatler boyu. Hikâyelerini anlattılar çınar gibi, dağ gibi, şehzade gibi dimdik şehre karşı.
Adım adım dolaşıp adeta tavaf ettiğim Ulu Caminin etrafını dolaşırken Saruhan Beyliğine ait darphane binası hakkında aynı sevinç satırlarını bulamadım düş cümlelerimde. Onlar hüzünlüydü. Onlar bakıma muhtaçtı. Onarım geçirmesine rağmen ortası delinmiş iç tavanının o vaziyette ve ilgisiz duruşu karşısında içinizin burkulmasını önleyemezsiniz. İlyas Bey adına hissettiğim hüznümü bir temenniye dönüştürüp en azından Saruhan Beyliği adına küçük bir kültür merkezine dönüştürülebileceği ümidimi de saklı tutuyorum. 
Caminin etrafını dolanırken duvarlarında Roma dönemine dair Latince yazıların silinmeden günümüze kadar gelmiş olması ve bazı taşlarda Roma’yı çağrıştırıcı süslemelerin bulunması da ayrı bir zenginlik ve yücelik olarak görülüyor müminler tarafından.
Cami merdivenlerinden adım adım çıkarken yedi asırlık çinileriyle dünün aydınlık yüzü ve geleceğin güvenli bekçileri olan gençler camiye koşuyor.
“Bu mübarek minberin yapılmasını büyük sultan milletlerin yükünü yüklenen İlyas oğlu İshak Çelebi emretti. Allah onun zaferlerini aziz kılsın.” diyerek satırlarla da olsa milletin yüküne omuz vermenin engin mutluluğu içerisinde ebedi istirahatgahında yatıyor o mübarek Çelebi.
Ahşap ustası Antepli Hacı Mehmet tarafından dünya da Bursa Ulu Camii, Birgi’de Aydınoğlu Mehmet Bey camilerinde bulunan kündekari tekniği ile hiç çivi kullanılmadan yapılan minberin ihtişamını gören İshak Bey yanından ayrılmak istememiş ve minberle ebediyete kadar koyun koyuna yatmayı arzulamış olmalı ki türbesi de caminin yanı başında aynı çatı altındadır.
Bir yandan Kur’an’dan ilahi nağmeler okuyan bülbül sesli hafızlar, bir yandan da çınar ağacının rüzgârla eğilip kalkan dalları yapraklarının meltem misali hışırtıları… Yoksullara dağıtılan yemeklerin yapıldığı aş evi; daha da önemlisi beklide bu güne değin al sancağın gölgesinde huzur içinde yatıyor olmanın hazzıyla yanına gelenleri önce mabede göndermeye devam ediyor İshak Çelebi.
Adımları sağdan atılarak huzuruna varmanın heyecanıyla diz çöküp boyun bükerek dünü bu güne, bu günü yarına bağlamanın şifrelerini yine ondan öğrenmek.
“Geldim ve buradayım ey ulu çınarın uluları!” diye haykırmak gönle düşen ilk cemredir bu mekânda. Kar musikileri, çınar türküleri, Söğüt hülyaları Saruhan Sancağını yaşar gibidir bu mekânda.