1970’li yıllarda Erzurum'dan Manisa'ya trenle gelirken yolda soyulan bir Manisa hayranının hatırası… 
"Manisa'ya 2-3 saatlik bir yolumuz kalmıştı. Eşim ve iki çocuğumla iyice heyecanlanmıştık. Yol bitsin diye sabırsızlanıyorduk. Kompartımana gelen bir aile bizden sonra yola devam edecekti. Sesimizi çıkartmadık. Çok sıcakkanlı insanlardı. Bize erik suyu ikram ettiler, biz de onlara çeçil peyniriyle kete verdik. Sonrası Kemal Sunal'ın "Tokatçı "filmindeki gibi...
Hepimiz uyumuş kalmışız, ceketimin iç cebindeki cüzdan gitmişti. Ne zaman "Tokatçı" filmini seyretsem trende bizi soyan o ‘iyi aileyi’ hatırlarım!
Beş parasız istasyonda indik. İki valiz, iki sepet, iki küçük çocuk, bozuk moral...
Bizi karşılayacak akrabamız da ortada yoktu. Saatlerce bekledik... Hiç ümidimizi kaybetmedik... Ancak bizim akraba görünmedi... Biz de çoluk çocuk, ilk defa geldiğimiz Manisa'nın bilmediğimiz sokaklarında, sora sora akrabamızın evini bulduk, ama kendisini bulamadık. İzmir'e gitmişler ne zaman döneceklerini kimse bilmiyordu. Yani ortada kalmıştık...
Para yok, kalacak yer yok. .Eşimin gözleri dolmuş, bir şey söylesem hıçkırmaya hazır... Saatlerdir perişan olmuş üç ve beş yaşında iki çocuk… Bende moral sıfır...
Önce kalacak güvenli bir yer bulmalıydım... Yaz olduğu için dışarda pekala kalabilirdik. Korunaklı rahat edebileceğimiz, bir park ya da ağaç altı bulmak ümidiyle Manisa'nın batısına doğru yürüyorduk. 
Bir okulun önünden geçerken, okulun yanından arkaya doğru uzanan arsada, bir gurup insanı ızgara yaparken gördük...
Kadın-erkek, şen şakrak, hem eğleniyor hem de karınlarını doyuruyorlardı. Izgara et kokusunu duyan 3 yaşındaki oğlum, “Baba et! Baba et isterim” diye mızmızlanmaya başladı. Ben bir an önce oradan uzaklaşmaya çalışarak, “Oğlum ben sana sonra et alacam. Hele bir buradan gidelim” dedim.
Üzüntüm, çaresizliğim had safhadaydı... Oğlum ağlayarak, “Baba acıktım! Yoruldum!” diyerek yere oturdu. Elimdeki bavulları yere bırakıp oğlumu kucakladım.  Eşime sepetten biraz kete vermesini söyledim. Ama oğlum, et isterim, diye ağlıyordu.
O sırada yanımızdan geçen bir kadın bizim konuşmamızı duymuş olmalıydı ki, “Kardeşim çocuğu ağlatma. Buyrun siz de gelin, oturun. Allah ne verdiyse beraber yiyelim” dedi.
Utana sıkıla kadınla birlikte biz de kalabalığın yanına gittik. Kadın yaşlı bir adama bir şeyler söyledi. Anında bize yer açtılar, minderlere oturduk. Hava kararmıştı. Akşamın hüznü Manisa'yla birlikte üzerimize çökmüştü...
Bize nereden geldiğimizi sordular bende başımızdan geçenleri anlattım. Çalgı, çengi susmuş herkes beni dinliyordu. Bu sırada oğlumun önüne melamin tabakta közlenmiş işkembe getirdiler. Bu arada bizim durumumuza çok üzülen, sofralarında bize yer açan, bizi samimiyetle kucaklayan bu insanlar Roman’dı. Sonradan adının Lütfü Kırdar Okulu olduğunu öğrendiğim okulun o zaman yan tarafındaki geniş arsadaydık. Etrafta tek katlı küçük evler vardı. Bu insanlar o evlerin sakiniydiler.
İri yarı orta yaşlı bir adam, “Abe neydecen şimdi? Parayı kaptırdın, akraban yamuk çıktı! Bence sen bu gece bizde kal. Sabah ola ayır ola” dedi.
Hiç ummadığımız olaylar ve insanlarla karşılaşmamız devam ediyordu. Bulunduğumuz yere Malta dendiğini, Malta'da oturan Romanların ne kadar iyi insanlar olduğunu o gece yaşayarak öğrendik.
Izgarada pişirdikleri, ciğer, böbrek, işkembe gibi sakatatları biz de afiyetle yedik. Geceyi
orada oturanların birinin evinde geçirdik. Gördüğümüz saygı, insanlık, itibar bizi utandırmıştı. Hele yemeğin üstüne ikram edilen tavşankanı çay...
Ertesi gün akrabamızın evine tekrar gittim. Yanımda akşam evinde kaldığımız yaşlı amca vardı. Ancak akrabamla eşi, yüz ifadeleriyle başının çaresine bak diyorlardı. Oradan postaneye gidip para göndermesi için babama telgraf çektim. Kaldığımız evin adresini verdim.
Kısaca, o iyi insanlar bize kefil olup, ev tuttular. Birkaç güne kadar eşyalarımız ve para geldi. Bu arada işe de girdim. Her şey yoluna giriyordu. Kışa doğru daha önce müracaat ettiğim Almanya yolu açıldı. Mart ayında çoluk çocuk Almanya'daydık.
Manisa'dan sonra bir de Almanya'ya alışma sıkıntısı yaşadık. Her sohbette Manisa'yı anıyor, bu güzel şehri özlüyorduk. Hele Manisa'ya ilk geldiğimiz gün yaşadıklarımızı asla unutmamıştık. Ancak yaz tatillerinde Erzurum'a gidiyorduk. Ta ki bize yüz çeviren akrabamızdan mektup alıncaya kadar...
Bizi vefasızlıkla suçluyor, niye Manisa'ya gelip onları ziyaret etmediğimizi soruyorlardı. O günleri hatırlayan eşim çok kızdı. Ben, “Evet çok vefasız çıktık, bu izinde Manisa'ya gidiyoruz” dedim, eşim sinirlendi. Ancak ben iyiliğin ne kadar garip olduğunu, çabuk unutulduğunu iyi biliyordum. Yıllık izinde bu kez arabamın bagajı, vefasızlık ettiğim dostları sevindirecek hediyelerle doluydu.
Manisa'ya gelince önce bir otele yerleştik. Sonra eski dostların mahallesi Malta'ya gittik. Eski evler yavaş yavaş yerini apartmanlara bırakmıştı ama bizi misafir eden amcayla ailesini bulduk.
Bizi görünce nasıl sevindiler, nasıl mutlu oldular...
Onların o içten o çocuksu sevinçlerini hiç unutamadım. Hele getirdiğimiz hediyelere teşekküre sözleri yetmedi. Oysa ben biraz olsun onları sevindirmek istemiştim. 
Sonraki yıllar yine Almanya-Erzurum arasında geçti. Kesin dönüş yapacağımız zaman Manisa sevgisi ağır bastı. 
Manisa'ya yerleştik. Ama bize kucak açan Maltalı dostların çoğu hakkın rahmetine kavuşmuştu. Diğerlerini de ben tanımıyordum.
Ancak Malta'da tanıdığım, bize misafirperverlik gösteren Romanların ne kadar iyi insanlar olduğunu hiç unutmadım…
Manisa'nın her şeyi gibi Malta'sı ve Romanları da güzel..."